ARAP – العرب
I. TARİH
Araplar, halen yaşamakta olan Sâmî kavimlerin sayı ve yayılış sahası bakımından birincisidir; konuştukları dil ise Sâmî dillerin en zengini ve en gelişmişidir.
Araplar’ın tarihlerinin ilk devirleri oldukça karanlıktır. Anayurtlarının Arabistan olduğu artık ilim âlemince kabul edilmesine rağmen farklı görüşler ileri sürenler de vardır. Araplar’ın eski devir tarihleri, Arap yarımadasının tarihiyle iç içedir. Oldukça güç, hatta büyük bir kısmının çöl olması sebebiyle imkânsız olan arkeolojik araştırmalar yapılıncaya kadar bu konuda kesin bir şey söylemenin zorluğu ortadadır. Dolayısıyla Araplar hakkındaki en eski bilgiler komşu kavimlerin yazılı belgelerinden öğrenilmektedir.
Dilcilerin çeşitli izah tarzlarına rağmen “Arap” kelimesinin menşei karanlıktır. Bazılarına göre kelime, “batı” mânasına gelen bir Sâmî kökten türemiş olup ilk önce Mezopotamyalılar tarafından Fırat’ın batısında oturanlar için kullanılmıştır. Ancak bir milletin başka bir millete nisbetle kendi coğrafî durumunu gösteren bir kelimeyi ad olarak aldığı görülmediğine göre bu açıklama doğru değildir. Bunun yanında kelimeyi göçebelik kavramı ile açıklamaya çalışanların görüşleri daha inandırıcı olmuştur. Bunlardan biri, Arap kelimesini “kara ülkesi” veya “step” anlamına gelen İbrânîce arabha, diğeri ise göçebelerin hayatını ifade eden erebhe bağlayan görüştür. Ayrıca Arap kelimesinin “çöl”, “çölde yaşayan kimse” mânasına geldiğini kabul edenler de vardır.
Arap kelimesi ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın Suriye’de hüküm sürmekte olan küçük devletlerin isyanından ve bunların bozguna uğratılmasından bahseden kitâbesinde geçmektedir. Bu kitâbede milâttan önce 853’te Hama’nın kuzeyindeki Karkar’da yapılan savaşı Gindibu Aribi 1000 deve vererek desteklemiştir. Bu tarihten itibaren milâttan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitâbelerinde Aribi, Arabu ve Urbi adlarına sık sık rastlanır. Bu kitâbelerde Aribi reislerinden alınan vergilerden ve Aribi ülkesine yapılan seferlerden söz edilir. Nitekim Yemen’den Akdeniz’e uzanan baharat yolunun son durağı Gazze’yi işgal eden Asur Kralı III. Tiglat-Pileser (m.ö. 744-727) Suriye ve çevresine karşı seferler düzenlemiş ve milâttan önce 741’de Aribi ülkesinin kraliçesi Zebibi’yi vergiye bağlamıştır. Milâttan önce 735’te ise diğer bir Aribi kraliçesi Şamsi’yi mağlûp etmiştir. Ayrıca Sînâ’da yaşamakta olan kabileler onun hâkimiyeti altına girmişlerdir.
Araplar ile Asurlular arasındaki siyasî ve askerî münasebetler daha sonra da devam etmiştir. Milâttan önce 715’te II. Sargon, başta Kur’an’da Semûd olarak geçen Tamud olmak üzere Kuzey Arabistan’da hüküm süren kabile ve küçük devletleri vergiye bağlamıştır. Buna karşılık milâttan önce 703’te ise Araplar Bâbil Kralı Marduk-apaliddina’yı Asur Kralı Sanherib’e karşı desteklediler, fakat Asurlular tarafından mağlûp ve esir edildiler. Sanherib, Bâbil ile iş birliği yapan Kraliçe Teelhunu’nun hâkimiyeti altında bulunan bölgelere saldırdı ve bu bölgelerde oturan Arap kabilelerini yenerek onları Adummatu (Dûmetülcendel) vahasını çevreleyen çöllere kadar takip etti. Bu vahanın sakinleri, Kuzey Arabistan’ı idareleri altında bulunduran ve Asurlular’ın Kidri dedikleri Kedar kabilesine bağlı idiler. Bu kabilenin reisi ve başlangıçta Kraliçe Teelhunu’nun yardımcısı olan Hazail, kraliçe ile arasının açılması üzerine hayatını kurtarmak için çöle kaçtı. Milâttan önce 676’da Asur Kralı Assarhaddon Vâdiisirhan’daki bazı Arap kabilelerine karşı bir sefer yaptı. Daha sonra Bâbil Kralı Samaş-şumukin Asurlular’a karşı isyan edince Hazail’in oğlu Uaite Bâbilliler’in safında yer alarak Hama ile Edom arasındaki bölgeleri yağmaladı. Uaite’nin bu başarısı fazla uzun sürmedi. Asurlular’ın karşı harekete geçmeleri üzerine esir edilerek Ninevâ’ya (Ninova) gönderildi. Asur kaynaklarında Kuzey Arabistan’daki Arap kabilelerine karşı en az dokuz sefer yapıldığı tesbit edilmektedir. Asur kabartmalarında, Arap kral ve kabile şeyhleri Asur krallarının ayaklarını öperken, onlara çeşitli hediyeler takdim ederken gösterilmektedir.
Asurlular’dan sonra Kuzey Arabistan’daki Arap kabileleri son Bâbil Kralı Nabonidus’un hâkimiyetini tanıdılar. Araplar üzerindeki Bâbil hâkimiyeti birkaç yıl devam etmiştir. Milâttan önce 539’da Araplar, Pers Kralı I. Cyrus’a Babilonya’yı istilâsında yardımcı oldular. Persler’in genişleme döneminde Araplar’ın Pers hâkimiyetine girmediği görülmektedir. Nitekim Herodotos, “Araplar hiçbir zaman Persler’in tebaası olmamıştır” demektedir. Persler’le Araplar arasındaki münasebetler daha ziyade iki müttefik şeklinde yürütülmüştür.
Büyük İskender’in Persler’e karşı yaptığı ve başarıyla sonuçlandırdığı Asya seferi sırasında Suriye ve Mısır’ı ele geçirince Kuzey Arabistan’ı da hâkimiyeti altına almış olmalıdır. İskender’in ölümünden sonra Helenistik krallar arasındaki iktidar mücadelesinde Araplar’ın az da olsa rol oynadıkları görülmektedir. Ancak gerek Selevkoslar gerekse Ptolemaioslar Arabistan içlerine nüfuz edemedikleri için Araplar bağımsızlıklarını devam ettirmişlerdir.
Roma İmparatorluğu Mısır, Filistin ve Suriye’ye hâkim olunca Araplar’la da temasa geçmiştir. Ancak Nabatî ve Palmira (Tedmür) krallıklarıyla iyi münasebetler kurmasına rağmen Arabistan’ın içlerine girememiştir. Nitekim Yemen’i, dolayısıyla onun sahip olduğu kaynakları Roma’nın istifadesine sunmak için, Roma’nın Mısır valisi Aelius Gallus’un milâttan önce 24’te 10.000 kişilik bir orduyla yaptığı sefer tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yemen’e doğru bu ilerleyişten aylar sonra mevcudu onda bire düşmüş olarak Necran’a döndü. Buradan çeşitli güçlüklerle mücadele ederek Mısır’a ulaştı. Bu tarihten sonra yabancı bir devletin Arabistan içlerine sefer yaptığı görülmemiştir. Roma İmparatorluğu Münbit Hilâl’de (Mısır, Suriye, Irak) kurulan devletlerle daha ziyade iyi münasebetler tesis ederek vahşi çöl ile kendi arasında bir tampon bölge oluşturuyordu.
Bu siyasî ve askerî münasebetler eski Grek ve Roma edebiyatına yansımıştır. Klasik çağın en eski kaydına Eshilos’ta (Aiskhylos) (ö. m.ö. 525[?]-456) rastlanır. Bu müellif Prometheus’da Arabistan’dan, sivri uçlu ok kullanan muhariplerin çıktığı bir ülke olarak bahseder. Tarihçi Herodotos ve ondan sonra birçok müellif Arabia ve Arap isimlerini bütün yarımada ve halkı için kullanırlar. Coğrafyacı Eratosthenes ve Strabon, tabiat tarihçisi Plinius ve tarihçi Sicilyalı Diodoros gibi Eskiçağ’ın tanınmış müellifleri Arabistan’ı efsanevî servet ve bolluk diyarı, halkını da hürriyet ve istiklâl âşığı olarak anlatırlar.
Arap millî geleneği Araplar’ı tarihî açıdan iki büyük kısma ayırır: a) Arab-ı bâide. Bu gruba dahil olanlar tarihin eski devirlerinde yaşamış olup daha sonra çeşitli sebeplerle yok olmuşlardır. Bunlar hakkında pek az bilgiye sahibiz. Bu bilgileri Kur’an, eski Arap şiiri ve kaynaklara aksetmiş olan efsanevî haberlerden öğreniyoruz. Âd, Semûd, Medyen, Tasm, Amâlika, Câsim, Abdi Dahm, Ubeyl, Hadûra, Cedîs ve Birinci Cürhüm kavimleri Arab-ı bâide’nin başlıca kollarıdır. Bunlar Arabistan’da çeşitli devletler kurmuş ve hâkimiyetlerini Suriye ve Mısır’a kadar yaymışlardır. b) Arab-ı bâkiye. Soyları devam eden Araplar’dır; bunlar iki ana kola ayrılırlar: 1. Arab-ı âribe. 2. Arab-ı müsta‘ribe (Arab-ı mütearribe).
Bu ayrılmanın Tevrat’a da aksettiği görülmektedir. Tekvîn’in onuncu bölümünde Sâm oğullarının iki ayrı koldan gelerek biri Arabistan’ın güneybatı (âribe), diğeri ise orta ve kuzey kavimlerini meydana getirdiği ve sonuncuların İbrânîler’e daha yakın akraba olduğu belirtilir. Bu ayırma dil ve kültürden kaynaklanır. Güney Arabistan’ın dili, gelişerek klasik Arapça haline gelecek olan Kuzey Arabistan’ın dilinden farklıdır. Güneyin dili ayrı bir alfabe ile yazılıyor ve Habeşçe ile akraba bulunuyordu. Diğer önemli bir ayrılık ise Güney Arapları’nın yerleşik bir hayat sürmeleridir. Ancak Kuzey ve Güney Arapları uzun tarihleri boyunca daha ziyade iktisadî sebeplerle karşılıklı olarak göç etmişler ve birbirleriyle kaynaşmışlardır.
1. Arab-ı Âribe. Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen’dir. Bunlar Cürhüm ve Ya‘rub olmak üzere önce iki büyük kola ayrılırlar. Ya‘rub’dan da Kehlân ve Himyer adında iki ayrı koldan birçok kabile ve batın meydana gelmiştir. Bu kabileler değişik zamanlarda değişik sebeplerle anavatanlarını terkederek Arabistan’ın çeşitli bölgelerine yerleştiler. Dört kola ayrılan Kehlânîler’den Ezd kuzeye göç etti. Bunlardan Sa‘lebe b. Amr Hicaz tarafına gitti, bir müddet sonra da Medine’ye göç ederek oraya yerleşti. Evs ve Hazrec bunun soyundandır. Hârise b. Amr (Huzâa) ise Merrüzzahrân’a, sonra Mekke’ye yerleşerek Cürhümlüler’i oradan kovdu. İmrân b. Amr Uman’da, Cefne b. Amr ise Suriye’de yerleşti. Lahm ve Cüzâm kabileleri Hîre’ye, Tay kabilesi Ecâ ve Selmâ dağlarına, Kinde kabilesi önce Bahreyn’e daha sonra da Hadramut ve nihayet Necid’e yerleşti.
2. Arab-ı Müsta‘ribe (Arab-ı Mütearribe). Menşe itibariyle Arap olmayıp sonradan Araplaşan kabilelerden meydana gelmektedir. Bu kabilelere Adnânîler, İsmâilîler, Meaddîler, Nizârîler de denilmektedir. Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil ile Mısırlı bir câriye olan annesi Hâcer’i Mekke civarında bırakmıştı. Burada Yemen’den gelen Kahtânî asıllı Cürhümlüler arasında büyüyen ve onlardan Arapça öğrenen Hz. İsmâil Medâd b. Beşîr’in kızı Seyyide ve Ra‘le bint Amr ile evlenerek on iki çocuk sahibi olmuştu. Bunlar Mekke’de Zemzem Kuyusu civarında yerleşmiş ve zamanla her biri bir kabilenin reisi olmuştu. Hz. İsmâil Mekke’ye geldiğinde babası gibi Ârâmîce, Keldânîce veya İbrânîce konuşuyordu. Onun soyu Arapça’yı burada öğrenip Cürhümlüler’e karışarak Araplaştığı için Arab-ı müsta‘ribe (veya Arab-ı mütearribe) adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atası olan Adnân’a mensup başlıca kabileler ve kolları şöyle sıralanabilir: Adnân, Mead, Nizâr (İyâd, Enmar, Rebîa, Mudar), Rebîa (Esed, Aneze, Abdülkays, Vâil), Mudar (Kays Aylân, İlyâs), Kays Aylân (Süleym, Hevâzin, Gatafân), Gatafân (Abs, Zübyân), İlyâs (Temîm, Hüzeyl, Esed, Kinâne), Kinâne (Kureyş), Kureyş (Cemûh, Sehm, Adî, Mahzûm, Teym, Zühre, Kusay), Kusay (Abdüddâr, Esed b. Abdüluzzâ, Abdümenâf), Abdümenâf (Abdüşems, Nevfel, Muttalib, Hâşim).
Adnânîler nüfusları çoğalınca anayurtları Mekke’den çeşitli yerlere dağıldılar. Abdülkays kabilesi Bahreyn’e, Benî Hanîfe Yemâme’ye, Bekir b. Vâil’in bir kısmı Yemâme-Bahreyn arasına, Tağlib el-Cezîre’ye, Temîm’in bir bölümü Bahreyn’e, bir kısmı da Basra’ya, Süleym Medine yakınlarına, Sakīf Tâif’e, Hevâzin Evtâs’a, Esed Teymâ-Kûfe’ye Zübyân da Teymâ-Havran arasındaki bölgeye, Kinâne Tihâme’ye yerleşti. Başlangıçta, Mekke ve civarında yerleşik bir hayat süren Kureyş kabilesi hariç diğer Adnânî kabileler Tihâme, Necid ve Hicaz’da göçebe veya yarı göçebe olarak yaşıyorlardı.
Kahtânîler’le Adnânîler arasında sosyal hayat, lehçe, din, ahlâk ve gelenek bakımından farklılıklar mevcuttu. Bu iki büyük kola mensup Arap kabileleri Câhiliye döneminde olduğu gibi İslâmiyet’ten sonra da birbirleriyle sürekli mücadele etmişlerdir.
Nesep bilginleri Hz. İsmâil’den Adnân’a kadar gelen şahısların isimleri hakkında ihtilâf halindedirler. Buna karşılık Adnân’dan Hz. Muhammed’e kadar uzanan isimleri kesin olarak bilmektedirler. Adnânîler adı verilen kabileler Adnân’ın oğlu Meadd’in soyundan gelmektedirler. Adnânîler’den bazı kabileler güneye yerleşmişler ve Kahtânîler ile birleşerek bugünkü Arap milletinin atalarını oluşturmuşlardır.
Sayıları oldukça fazla olan Arap kabilelerinin teşekkülü kısa zamanda olabilecek bir hadise değildir. En azından asırların geçmesi icap etmektedir. Bunun için Adnân’ın yaşadığı tarihi tesbit etmek çok zordur. İslâm kaynakları bu hususta çok farklı tarihler vermektedirler. Onun Bâbil Kralı II. Nabukadnasar’ın (m.ö. 604-562) çağdaşı olduğunu yazanlar olduğu gibi Hz. Mûsâ veya Hz. Îsâ ile çağdaş olduğunu ileri sürenler de bulunmaktadır. Ancak bu birbirine uymayan tarihler Adnân’ın milâttan önce yaşadığını ortaya koymaktadır.
Arap kabilelerinin teşekkül ettiği asırlarda Arabistan’da Yemen’de Maîn, Sebe ve Himyerîler, Kuzey Arabistan’da Nabatî, Tedmür, Gassânî, Hîre ve Kinde krallıkları gibi bazı devletlerin kurulduğu görülmektedir.
İslâmiyet’in ortaya çıktığı yıllarda Arap kabileleri bütün Arabistan’a yayılmışlardı. Yemen ve doğuda Hîre Krallığı’nın toprakları Sâsânîler’in, Suriye ve Filistin de Bizans’ın hâkimiyeti altında idi. Orta Arabistan ise birçok Arap kabilesinin kontrolünde bulunuyordu. Ancak Orta Arabistan’da bir devletin olmadığı ve kabilelerin müstakil olarak yaşadıkları bilinmektedir.
Arap tarihinin en parlak devri hiç şüphesiz İslâmiyet’le başlamaktadır. Hicretle temelleri atılan İslâm devleti Hz. Muhammed zamanında hemen bütün Arabistan’ı hâkimiyeti altına almıştır. Halife Ebû Bekir (632-634) ile birlikte İslâm ve Arap tarihinin en büyük askerî harekâtı olan fetihler başlamıştır.
Araplar tarihlerinin muhtelif devirlerinde Arabistan’ın dışına çıkmışlar ve Münbit Hilâl’e yerleşmişlerdir. Ancak bu çıkışların hiçbiri İslâm fetihleri çapında önemli değildir. İslâm fetihlerinin başarıyla sonuçlanmasının sebepleri birçok tarihçi tarafından ele alınarak incelenmiştir. Fakat bu tarihçilerin büyük bir kısmı mensup oldukları din, cemiyet ve düşüncelerden sıyrılmaya muvaffak olamayarak olayları ve sonuçlarını içinde bulundukları bu fikrî kadro çerçevesi içinde incelemişler ve tek taraflı kararlara varmışlardır. İslâm fetihleri gibi dünya tarihi bakımından büyük önem taşıyan bir olayın gerçek anlamıyla ilmî bir şekilde izahı, ihtiras ve temayüllerden sıyrılarak tarihî gelişmenin askerî, siyasî, dinî, iktisadî ve kültürel cephelerini mevcut kaynaklara göre tarafsız bir şekilde incelemeye bağlıdır. Tarihin büyük fetih ve istilâ hareketlerinin başarıyla neticelenmesi, maddî imkânların yanında büyük bir imanla mücadeleye atılmakla mümkün olur. Bir ideali olmayan mânen zayıf orduların başarı şanslarından söz edilemez. İslâm fetihlerinde, Avrupalı tarihçilerce daima ikinci planda mütalaa edilen dinî heyecan unsuruna, bu ilk başarıların yegâne âmili olması dolayısıyla birinci sırayı vermek lâzımdır. Hz. Muhammed’in bir avuç sahâbesine aşıladığı o hudutsuz dinî şevk ve heyecanı ilk hareket noktası kabul etmek gerekir. Büyük ideallerle başlayan ve dünya askerlik tarihinin önde gelen olaylarından biri olan İslâm fetihleri Araplar’ın Arabistan dışına yayılmalarını sağlamıştır.
Halife Ebû Bekir devrinde Araplar anayurtları Arabistan’ın dışına çıkmışlar, ülkeler fethetmişler, bu ülkelere yerleşmişler ve buraların Araplaşmasını sağlamışlardır. Bu sebeple İslâm fetihleri yalnız İslâmiyet’in yayılmasına değil İslâmiyet’le birlikte Araplar’ın da yayılmasına zemin hazırlamıştır.
Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan fetihlerin ilk hedefi Filistin ve Suriye olmuştur. 634’te başlayan fetih hareketi Ecnâdeyn ve Yermük savaşlarının zaferle sonuçlanması üzerine süratle yayıldı; 635’te Dımaşk, bir sene sonra Kınnesrîn, 638’de Kudüs ve 640’ta Kaysâriye’nin fethiyle tamamlandı. Fethi müteakip başta Suriye’nin merkezi Dımaşk ve Kudüs olmak üzere diğer şehirlerine çok sayıda Arap yerleştirilerek Suriye ve Filistin’in Araplaşması sağlanmıştır. Öyle ki Arapçı bir politika takip eden Emevî hânedanı bir asır kadar iktidarda Suriye Arapları sayesinde kalabilmiştir.
Suriye ve Filistin’in fethi devam ederken ikinci bir ordu Irak ve İran’ın fethi ile meşgul idi. Hâlid b. Velîd’in başlattığı bu fetihler sırasında Ebû Ubeyd es-Sekafî Köprü Savaşı’nda (634) şehid düşmüş ve bu cephenin kumandanlığına Sa‘d b. Ebû Vakkās tayin edilmiştir. Kādisiye Savaşı’nda Sâsânî ordusunu mağlûp eden Sa‘d, Sâsânî Devleti’nin başşehri Medâin’i fethetti. Bunu Celûlâ Savaşı ve hemen bütün Irak’ın İslâm devletinin hâkimiyeti altına girmesi takip etti. Nihayet 642’deki Nihâvend Savaşı ve zaferiyle Irak’ın fethi tamamlanmış ve İran’ın kapıları da müslümanlara açılmıştır. Hz. Ömer zamanında (634-644) gerçekleştirilen bu fetihlerin ardından Araplar Irak’ta birbirinden fazla uzak olmayan Kûfe ve Basra şehirlerini kurarak kabile grupları halinde buralara yerleştiler. Kısa zamanda gelişen bu iki ordugâh şehri İran’ın fethinde baş rolü oynamıştır. Hz. Osman (644-656) ve ondan sonraki halifeler devrindeki fetihlerde artık merkezden kuvvet gönderilmeyecek, bu ordugâh şehirlerine yerleşmiş olan Araplar bu görevi omuzlayacaklardır.
Hz. Osman’la birlikte İslâm ordularının İran içlerine doğru süratle ilerlediği görülmektedir. Hilâfetinin ikinci altı yılında iç karışıklıkların başlaması sebebiyle fetihlerin yavaşlamasına rağmen onun zamanında Horasan tamamen fethedilmiş ve sınır Ceyhun nehrine dayanmıştır. Hilâfet mücadeleleri sebebiyle bir süre duraklayan fetihler Muâviye’nin (661-680) halife olmasından ve içeride sükûneti sağlamasından sonra yeniden başlamıştır. 674’te Arap orduları ilk defa Ceyhun nehrini geçerek Mâverâünnehir’e girmişlerdir. Türkistan’a karşı yapılan seferlerin başarıyla devam etmesinde, Muâviye’nin Irak genel valisi Ziyâd b. Ebîh’in 671’de Merv ordugâh şehrini kurarak 50.000 Arap’ı bu şehre yerleştirmesi önemli rol oynamıştır. Artık bu tarihten sonraki fetihler Merv’den yürütülecektir. Halife Muâviye’den sonra tekrar başlayan iç mücadeleler fetihlerin duraklamasına sebep oldu. Velîd’in (705-715) halife olmasıyla İslâm fetihleri yeniden başladı. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim 705-715 yılları arasında Mâverâünnehir’i fethetmiş ve Kâşgar’a bir sefer düzenlemiştir. Mâverâünnehir bir asır kadar Arap hâkimiyetinde kalmasına rağmen bu ülkeye büyük miktarda Arap yerleşmesinden bahsedilemez.
Filistin’in fethini tamamlayan Amr b. Âs, Halife Ömer’den gerekli izni aldıktan sonra 639 sonlarında Mısır’ın fethi için harekete geçti. 9 Nisan 641’de uzun bir kuşatmadan sonra Babilon Kalesi teslim oldu. Buradan İskenderiye üzerine yürüyen Amr b. Âs, 17 Eylül 642 tarihinde burasını da alarak Aşağı Mısır’ın fethini tamamlamış oldu. Amr 643’te Babilon yakınında Fustat adlı ordugâh şehrini kurarak Araplar’ı iskân etti. Hz. Osman zamanında İslâm orduları bugünkü Libya’yı geçerek İfrîkıye adı verilen Tunus’a girdiler. Bölgenin merkezi Subeytıla önlerinde yapılan savaşta müslümanlar galip geldiler. Bu zafer İslâm ordularına Kuzey Afrika’nın kapılarını açmıştır. Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesi ve arkasından iç karışıklıkların başlaması sebebiyle müslümanlar Subeytıla’yı terketmek zorunda kaldılar. Muâviye zamanında yeniden ele geçirilen İfrîkıye’de Ukbe b. Nâfi‘ tarafından Mısır’ı Kuzey Afrika’ya bağlayan ana yol üzerinde Kayrevan ordugâh şehri kurulmuştur (670). Ancak yeni Mısır valisi Ebü’l-Muhâcir Dînâr, Berberîler’le mücadeleyi değil anlaşma yolunu seçerek Kayrevan’ı terk ve hatta tahrip ettirdi. Ukbe b. Nâfi‘ hapse atıldı. Yezîd’in başa geçmesiyle Ukbe hapisten çıkarılarak Kuzey Afrika’nın fethine memur edildi. Kayrevan’ı tamir ve tahkim eden Ukbe önüne çıkan kuvvetleri mağlûp ederek Atlas Okyanusu sahiline ulaştı. Yanındaki kuvvetler azalmış ve hareket üssünden çok uzaklaşmıştı. Bir an önce Kayrevan’a dönmek için yola çıktı, fakat Bizans ve Berberî kuvvetleri Tehûde’de karşısına çıktı. Yapılan savaşta şehid düştü ve askerleri perişan edildi. Fethedilen topraklar, hatta Kayrevan bile Bizans’ın eline geçti. Hemen hemen bütün Kuzey Afrika kaybedildi.
Halife Abdülmelik b. Mervân Mısır’a vali tayin ettiği kardeşi Abdülazîz’e merkezden yardımcı kuvvetler vererek ona Kuzey Afrika’yı kurtarmasını emretti. Züheyr b. Kays kumandasında gönderilen ordu Kayrevan’ı kurtardı ve Küseyle kumandasındaki Berberîler’i mağlûp etti. Müslümanların bu başarıları istenilen neticeyi vermedi. Çünkü Bizans imparatoru İstanbul ve Sicilya’dan kuvvet göndererek müslümanların ilerlemesini durdurmak istiyordu. Kartaca yakınlarında yapılan savaşı Bizans kuvvetleri kazandı. Berberîler bundan cesaret alarak isyan ettiler. Kayrevan tekrar tehdit edilmeye başlandı. Mısır Valisi Abdülazîz b. Mervân halifeden yardım istedi. Halife Abdülmelik Hassân b. Nu‘mân kumandasında Suriye ordusunu gönderdi. İlk defa Kuzey Afrika’ya bu derece güçlü bir ordu gönderiliyordu. Hassân 697-703 yılları arasında bütün Kuzey Afrika’yı ele geçirdi. Hassân’ın müsamahalı tutumu Berberîler’i Müslümanlığı kabule sevketmiş ve İslâmiyet’le birlikte Araplaşma da hızla yayılmıştır.
Hz. Ebû Bekir’le başlayan ve Halife Velîd’le zirveye ulaşan İslâm fetihleri sonunda İslâm devletinin sınırları Türkistan’dan Pirene dağlarına, Toroslar’dan Hint Okyanusu’na kadar uzanıyordu. Bu geniş sınırlar içinde fâtihler yani Araplar, idareci olarak ülkenin her tarafına yayılmışlardı. Fakat ülkenin her yerinde nüfus bakımından aynı yoğunlukta değillerdi. Araplar emsâr adı verilen ordugâh şehirlerinde ilk yıllardan itibaren çoğunluğu ele geçirdiler. Bu sebeple ordugâh şehirlerinin bulunduğu bölgeler kısa sürede Araplaşmıştır. Buna paralel olarak Irak, Suriye, Mısır ve bütün Kuzey Afrika’da Müslümanlığın yayılması Araplaşmaya zemin hazırlamıştır. Böylece Araplar tarihlerinin altın devirlerini Emevîler ve Abbâsîler’in ilk asrında yaşamışlardır.
Abbâsîler’in hilâfet makamını ele geçirmelerinden itibaren İslâm devletinden kopmaların ve yeni yeni Arap devletlerinin ortaya çıktığı görülmektedir. 756’da Endülüs’ün müstakil bir devlet olması, İslâm-Arap dünyasında parçalanmanın işareti olmuştu. Bu yüzyılın sonlarına doğru Mısır dışında bütün Kuzey Afrika Abbâsî hilâfetinden kopmuştur. IX ve X. yüzyıllarda ise Suriye, Filistin, Yemen ve Mısır’da yeni devletler kurulmuştur. Artık bir Arap devleti yerine birçok Arap devleti söz konusudur. Arap dünyasındaki bu parçalanma asırlar boyunca devam edecek ve Araplar XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında birleşeceklerdir.
Arap dünyasının parçalanması yanında IX. yüzyılın başlarında Halife Me’mûn (813-833) devrinden itibaren İslâm devleti hizmetine giren Türkler önce orduda, daha sonra idarî kadrolarda iktidarı ele geçirdiler. Sâmerrâ devri denilen 836-892 yılları arasında devlet idaresinde Türk askerleri söz sahibi idiler. Hilâfet merkezinin tekrar Bağdat’a nakli idarede Türk nüfuzunu kırmışsa da tam mânasıyla ortadan kaldıramamıştır. 945’te Büveyhîler’in Bağdat’ı işgalleri iktidarın İranlılar’a geçmesini sağladı ve halifelerin hiçbir nüfuz ve otoritesi kalmadı. Abbâsî halifelerini Büveyhîler’in baskısından Selçuklular kurtardı. Sultan Melikşah devrinde (1072-1092). Büyük Selçuklu Devleti İslâm-Arap dünyasının doğu yarısına hâkim oldu. Artık Araplar idareden yavaş yavaş uzaklaştırılıyordu. 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edilmesi Irak’ta Arap hâkimiyetine son verdi. Batıda ise özellikle Mısır ve Suriye’de 868’den itibaren bazı aralıklarla Tolunoğulları, İhşîdîler, Eyyûbîler ve Memlükler gibi Türk devletleri siyasî hâkimiyet kurmuşlardır. Böylece Araplar XIII. yüzyıldan itibaren siyaset sahnesinden çekilmiş oluyorlardı. Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim ve oğlu Kanûnî Sultan Süleyman Suriye, Mısır, Arabistan’ın büyük bir kısmını, Tunus, Cezayir ve Fas’ı Osmanlı topraklarına kattılar. Böylece Arabistan’ın iç bölgelerinde vahalarda yaşayan Arap kabileleri dışındaki Arap dünyası Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş oluyordu.
XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Arap ülkeleri Osmanlı idaresinden kopmaya başladılar. Vehhâbî mezhebini kabul eden Muhammed b. Suûd 1746’da bağımsızlığını ilân ederek Orta Arabistan’ın büyük bir kısmına hâkim oldu. Bir Osmanlı vilâyeti olan Yemen’in bir kısmı 1635’te devletten kopmuştu. Diğer taraftan 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal etti. Fransa’nın bu hareketiyle Arap dünyasına Batı’nın doğrudan müdahale devri başlıyordu. Fransızlar’ın Mısır’ı işgalleri üç yıl kadar sürmüştür. Onların Mısır’dan çekilmelerini takip eden karışıklık Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’a hâkim olmasıyla son buldu (1805).
Süratle gelişen Avrupa sömürgeciliği Arap memleketlerine karşı harekete geçmekte gecikmedi. 1820 yılında Basra körfezi şeyhleriyle yapılan anlaşma gereğince bu bölgede İngiliz hâkimiyetinin kurulmasını 1839’da Aden’in yine İngilizler tarafından işgali takip etti. Buna karşılık Fransızlar 1830’da Cezayir’i, 1891’de Tunus’u işgal ettiler. 1912 yılında Fas Fransa’nın himayesine girdiği gibi İtalyanlar da Libya’yı zaptettiler. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Arap ülkelerinde Osmanlı hâkimiyeti son buldu; Suriye ve Lübnan’da Fransa, Filistin, Ürdün ve Irak’ta da İngiliz mandaları kuruldu. Yalnız Hicaz dahil Orta Arabistan Batı’nın işgaline uğramadı.
Bugün dünyada yirmi bir bağımsız Arap devleti ve 200 milyona yakın Arap vardır.
Araplar Tarafından Kurulan Devletler | |
İslâm’dan Önce | |
Maîn Krallığı | (m.ö. 1400-650) |
Sebe Krallığı | (m.ö. 750-115) |
Himyerî Krallığı | (m.ö. 115 – m.s. 525) |
Nabatî Krallığı | (m.ö. IV. yüzyıl – m.s. 106) |
Palmira (Tedmür) Krallığı | (m.ö. 3000 – m.s. 273) |
Gassânî Krallığı | (m.ö. III. yüzyıl – m.s. 634) |
Hîre (Lahmî) Krallığı | (m.s. III. yüzyıl – 634) |
Kinde Krallığı | (m.s. V-VI. yüzyıllar) |
İslâmî Devir | |
1. Hz. Muhammed devri | (622-632) |
2. Hulefâ-yi Râşidîn | (632-661) |
3. Emevîler | (661-750) |
4. Abbâsîler | (750-1258) |
5. Endülüs Emevîleri | (756-1031) |
6. Rüstemîler | (777-909) |
7. İdrîsîler | (789-926) |
8. Ağlebîler | (800-909) |
9. Zeydîler [Yemen] | (860-1969) |
10. Karmatîler | (894-972) |
11. Hamdânîler | (905-1004) |
12. Fâtımîler | (909-1171) |
13. Mezyedîler | (961-1150) |
14. Zîrîler | (972-1148) |
15. Ukaylîler | (990-1096) |
16. Hammâdîler | (1015-1152) |
17. Mirdâsîler | (1023-1079) |
18. Mülûkü’t-tavâif | (1031-1492) |
19. Suleyhîler | (1047-1138) |
20. Murâbıtlar | (1056-1147) |
21. Muvahhidler | (1130-1269) |
22. Merînîler | (1196-1465) |
23. Hafsîler | (1228-1574) |
24. Resûlîler | (1229-1454) |
25. Vattâsîler | (1428-1549) |
26. Fas şerifleri | (1511- ) |
27. Âl-i Bû Saîd | (1741-1964) |
28. Senûsîler | (1837-1969) |
Bugünkü Arap Ülkeleri ve Bağımsızlık Tarihleri | |
1. Bahreyn | (1971) |
2. Birleşik Arap Emirlikleri | (1971) |
3. Cezayir | (1962) |
4. Cibuti | (1977) |
5. Fas | (1956) |
6. Filistin | (1988) |
7. Irak | (1932) |
8. Katar | (1971) |
9. Küveyt | (1961) |
10. Libya | (1951) |
11. Lübnan | (1941) |
12. Mısır | (1922) |
13. Moritanya | (1960) |
14. Somali | (1960) |
15. Sudan | (1956) |
16. Suriye | (1946) |
17. Suudi Arabistan | (1932) |
18. Tunus | (1956) |
19. Uman | (1951) |
20. Ürdün | (1946) |
21. Yemen | (1918) |
BİBLİYOGRAFYA
A. P. Caussin de Perceval, Essai sur l’histoire des Arabes avant Islamisme, Paris 1846-48.
F. Wüstenfeld, Genealogische Tabellen der Arabischen Stämme und Familien, Göttingen 1852.
A. von Kremer, Culturgeschichte des Orients, Vienna 1875-77.
R. Dussaud, Les Arabes en Syrie avant l’Islam, Paris 1907.
Cl. Huart, Histoire des Arabes, Paris 1912.
I. Guidi, L’Arabie antéislamique, Paris 1921.
L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924.
D. Nielsen, Handbuch der altarabischen Altertumskunde, Copenhagen 1927.
W. Caskel, Das altarabische Königreich Lihjan, Krefeld 1951.
F. Gabrieli, Les Arabes (trc. Marie de Wasmer), Paris 1957.
a.mlf., Mahomet et les grandes conquetes arabes, Paris 1967.
J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963.
Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, I-IX.
Fr. Taeschner v.dğr., Târîḫu’l-ʿâlemi’l-ʿArabî, Beyrut 1395/1975.
D. Sourdel, Histoire des Arabes, Paris 1976.
Nikita Elisséeff, L’Orient musulman au Moyen Age 622-1260, Paris 1977.
B. Lewis, Tarihte Araplar (trc. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1979.
Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi.
a.mlf., Medieval Arabic Culture and Administration, London 1982.
Hitti, İslâm Tarihi, I-IV.
R. Mantran, İslâmın Yayılış Tarihi (trc. İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981.
Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982.
Abdülkerîm Mahmûd Garâyibe, Târîḫu’l-ʿArabi’l-ḥadîs̱, Beyrut 1984.
Cebrâil S. Cebbûr, Târîḫu’l-ʿArab, Beyrut 1986.
A. Grohmann v.dğr., “al-ʿArab”, EI2 (İng.), I, 524-533.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 3. cildinde, 272-276 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.
Müellif: