Türkiye’de Osmanlıların son döneminde Jön Türklerin ve devamında İttihat ve Terakki’nin Fransız şablonculuğuyla siyaset yapmayı ilericilik sayarak siyaseti enfekte ettiği hastalıklı durum bazı değişikliklerle günümüze kadar sağ – sol tüm partilere sirayet ederek devam etmiştir. Ancak değişmeyen ana damar ise Arap etnisitesi üzerinden din düşmanlığıdır. ( jön okunuşu Fransızca genç demektir Jön Türk genç Türk anlamına gelmektedir.) Sonuçlarına baktığımızda; Jön Türk ve İttihat Terakki siyaseti batılılarca (İngiliz ve Fransızlar) Osmanlı ve Türkiye siyasetine bugüne kadar sirayet edecek bir siyasi kodlama hareketidir.
İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olan tek partili dönemde ittihatçıların Osmanlı imparatorluğunun yıkımına sebep olan siyaseti ve icraatlarıyla ilgili tek kelime konuşulmazken, bu zihniyetin mağdurları olan Araplar ve Ermenilere karşı bu Jakobenci zihniyetin etkisiyle düşmanca tavır alınarak kin kusulmuştur. Tüm arşivleri tarayın tek partili dönemden 2000 yıllarına kadarki siyaset döneminde İttihat ve Terakki siyasetinin yıkımları ve işlediği savaş suçlarıyla ilgili ne sağ ne de sol cenahtan bazı cılız popülist/sloganvari söylemler dışında tek bir satır bulamazsınız.
Bu dönemi hatırlatmak babında yukarı Beyt-nahreyn (Bugünkü adıyla, Güneydoğu) bölgesinde ittihatçı Zeki Müşir paşa ve Kurt İsmail Paşa’nın 1870-1905 dönemindeki icraatlarını konu alan Yukarı Beyt-nahreyn (Mezopotamya)’da Arap Direnişleri ve katliamları – Mim Yavuz Binbay yazımı http://beyt-nahreyn.com/?p=1876 linkinden okuyabilirler.
Bu dönem sonrası 100 yıl içerisinde ne sağ ne de sol bu konuda hiçbir politika üretme kabiliyeti gösterememiş ittihat ve Terakki’nin jakobenci zihniyetinin ileri sürdüğü ırkçı politikaları tekrarlayarak veya susarak zımnen kabul etmiş ve halkın sorunlarından koparak vesayet zihniyetine teslim ve işlenen suçlara ortak olmuşlardır. Bununla da yetinilmemiş bu insanlık suçları cürümleri işleyenlerin çocukları ve torunları korunup kollanıp, parlatılıp sağ veya sol siyasi yelpazedeki partilerin önemli mevkilerine serpiştirilmiş ve dokunulmaz kılınarak korunmuşlardır. Böylece bu siyasi kodlama her dönemde etkili kılınmıştır.
Bu zihniyet hala batı muasır medeniyeti olarak ifade edilen Avrupa hayranlığı çerçevesinde geliştirilmeye çalışılan şabloncu zihniyetin günümüzdeki temsilcileri ne yazık ki bu muasır medeniyetin sömürgeci üstenciliğe dayanan ırkçı yönünü ve söylemlerini taklit ederek savaş mağduru Suriyeli sığınmacılar üzerinden Arap etnisitesini hedeflerine oturtunca ırkçılık ve faşizmin bataklığına batmıştır.
Sömürgeci küresel güçlerin çıkarlarını savunup Arap sermayesine karşı çıkmayı ilericilik sanan sömürge aydınları kılıklı okumuş takımı ve dinsel sembollere saldırmayı, batıya şirin gözükmeyi marifet ve demokrasi mücadelesi sanan sol politik yapılarını temsil ettiklerini iddia edenler hayranı oldukları batının ırkçı söylemlerini ortak nokta alarak birleşiyorlar.
Bu zihniyet Alman, ABD, İngiliz vs. sermayesini desteklemeyi ekonomik kalkınma olarak adlandırıp Arap sermayesini istilacı ülkemizi ele geçirecek bir güç olarak adlandırmasının neye dayandırdıklarını açıklamaktan sürekli kaçıyorlar ve sadece jakobence efendilerinin çıkarlarını korumayı esas alan tezlerini dikte ettirmeye çabalıyorlar. Onlara göre; Batı emperyalizminin sermayesi yatırımcı ve ilerici – Arap sermayesi gerici ve ülkemizi ele geçirici! Bu akıldan uzak işbirlikçi anlayışı okuyucunun takdirine bırakıyorum.
Özellikle ABD sermayesinin savunucuları bu işbirlikçilere bir Arap atasözünü hatırlatmak isterim “Yakın komşu uzaktaki akrabadan evladır” !
Irkçı yelpazede politika yapan parti ve gruplara bu konuda bir sözümüz olmaz. Ama 1990’li yıllarda aynı ırkçı zihniyet tarafından bugün Suriyeli Arap kardeşlerimize yapılan ırkçı saldırıların tıpa tıp aynısına maruz kalan Kürt kardeşlerimize o dönemde tüm imkânlarımızla ve ölüm riski dâhil göze alarak sahip çıktık ve bu anlayışın sahiplerine karşı mücadeleden geri durmadık. Ancak o dönemin mücadele rüzgârını arkasına alarak desteğimize mazhar olan ve güç kazanan siyasi parti ve grubun bu ırkçı saldırılara sessiz kalması veya işbirliği yapması kabul edilebilecek etik bir tavır değildir. Siyasette bunun yansımalarını görüyoruz ve yakın bir zamanda bu anlayış değişmediği takdirde daha de net göreceğimizden hiç şüphe yoktur.
Kendini sanatçı, yazar, entelektüel olarak tanıtan bu kavramların kılıklarını giymiş taklitçilerinin tavırları ise evlere şenlik bir durum arz etmektedir. Bu kesimin tavrı Ziya Paşanın “Eğitim cehaleti götürür, eşeklik baki kalır” durumunu arz etmektedir.
Medya da yer alan, Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aylin Seçkin Georges, Kanadalı eşinin özel bir hastanedeki tedavi sürecinden dem vururken;
“Havaalanından ambulansla sevk 8’500 TL, hastanenin geceliği 26’000 TL, ilaçlı tomografi 58’000 lira, birkaç kan tahlili, bir röntgen ve serum 30’000 lira. Eşim Suriyeli olsaydı beş kuruş ödemeyecekti…” diyebiliyor. Ne var ki özel hastanelerde sığınmacıların para ödemediği iddiası bir yalan.
Hatta defalarca yalanlanmasına rağmen, yabancı düşmanlığını körüklemeye çalışan faşist siyasiler ve gruplar tarafından yıllardır piyasaya sürülen ucuz bir provokasyon. Sığınmacılara devlet hastanelerinde sağlanan destek de direk devlet tarafından değil AB ve BM tarafından karşılanıyor.
Göç ve mülteciler konusunda AB fonlarıyla paneller düzenleyen, kürsüler açan liberal Bilgi Üniversitesi’nde ahkâm kesen bir akademisyen bu asgari bilgiden mahrum olabilir mi? Bence hayır!
Peki, o halde profesör olmuş bir insan, bu konuda neden yalan söyleme ihtiyacı duyar? Neden Arap etnisitesi üzerinden ırkçı bir propaganda yapma ihtiyacı duyar? Kocası Kanadalı bir yabancı olmasına rağmen bunu yapıyorsa Bunun tek bir izahı var “Yabancı düşmanı olduğu için” ve sadece komşusundan, kendisine benzeyenden nefret ettiği ve efendisi olarak gördüğü küresel güçlere yaranmak içindir.
Ya bir dönem kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan SHP’nin genel sekreterliğini, 3 dönem SHP-CHP milletvekilliği ve kültür bakanlığı yapmış Fikri Sağlar’a ne demeli? Büyük felaket olarak adlandırılan ülkemizin yaşadığı Kahraman Maraş-Antakya merkezli büyük depremin ertesi günü depremin bahane olduğunu iktidarın Suriye sınırında biriken yüzbinlerce Suriyelinin Türkiye’ye alınması için yapılan bir senaryo olduğunu iddia edebilecek kadar zıvanadan çıkmasını ırkçılıktan başka izah edebilecek bir mantık var mıdır?
Ya CHP’nin bu konuda açıkladığı politikalarının günümüzde Avrupalı ırkçı-faşist partilerin bile dillendiremediği politikalarından ne farkı var?
Yazının fazla uzamaması sebebiyle Şimdilik bu birkaç örnekle konuyu açarak sonraki yazılarımızda bu konuyu tüm detaylarıyla ele almaya devam edeceğiz.
Dünyanın neresinde olursa olsun bir topluluğu etnisitesinden, kültüründen, dininden dolayı hedef almak ırkçılık olarak tanımlanmıştır. Savaş mağduru sığınmacılara sahip çıkmak, destek vermek demokrasi bir yana insanlık borcu olarak tanımlanmıştır. Tersi ise ırkçılıktır, insanlık suçudur.
Bu konuda iktidar dışında tüm siyasi yapılanmalar ırkçılık batağına batmış, bataklık çamuru şöyle veya böyle tüm yapılarına bulaşmıştır.
Bu konuda yazacak çok şey var ve yazmaya başlayacağız.
Mim yavuz binbay