Geçen Şıhr’îl Bayf(Yumurta bayramı) etkinliği öncesi tanışmaktan büyük bir memnuniyet duyduğum Sayın Turgay Dabakoğlu (Dabbağoğlu) lütfedip nazikâne olduğu kadar birikimleriyle de zenginleştirdiği bu haftaki yazısında benimde büyük bölümüne katıldığım bir değerlendirme yaparak paylaşıma dayalı, toplumumuzca özlenen bir tartışma kapısını aralamaya çalışmış.
Her şeyden önce, kullandığı üslup alışıla gelmiş sonucu olmayan çatışmacı ve didişmeden uzak tespit edici, paylaşımcı ve irdeleyici üslubu için kendisine teşekkür ediyor ve örnek olmasını diliyorum.
Sayın Dabakoğlu’nun Yukarı Beyt-Nahreyn coğrafyasındaki Arapların siyaseten eksiklikleri ile ilgili tespitlerine eksiksiz katılıyorum. Bu eksiklikleri ve özet olarak sebeplerini yazılarımda belirmiştim. Yazılarımda ki amaçta bu eksikliklerin giderilmesi gerekliliğini esas alacak çalışmaları başlatma çabasıdır. Yazılarımdaki sitem siyasetçilerden ve devletten çok Arab halkı olarak, içinde bulunduğumuz örgütsüzlüğümüze kendi eksikliğimizedir.
Bu günkü örgütsüzlüğümüzün birçok sebebi var. Bunlardan birkaçını sayacak olursak. 500 yıllık Osmanlı imparatorluğu yönetiminde Arablar ve Aramiler (ki bir kısmı Süryaniler gibi Hristiyan’dı) daima başta Ermeniler olmak üzere diğer Hristiyan halklar gibi geniş ve bütünsellikli bir coğrafyaya yayılmaları ve devlet kurma ve yönetme ehliyetlerinin olması sebebiyle rejime karşı potansiyel bir tehdit olarak algılandı ve baskı altında tutuldu. Bu baskı politikası Siirt, Diyarbakır, Mardin özellikle Turabidin, Urfa, Antep, Adana gibi Anadolu coğrafyasının içinde kalan bölümlerinde daha da katmerli oldu.
Osmanlı yönetimi bu coğrafyadaki Kürtler (belirli ayaklanma dönemlerini hariç tutmak kaydıyla) hariç diğer tüm halkları potansiyel tehdit olarak algılayıp baskı politikaları uyguladı. Bu baskı politikalarını uygulama aracı olarakta belirli ayrıcalıklar tanıdığı Kürt aşiretlerini silahlı güç olarak kullandı. Buna dayalı dünyada başka bir örneğine rastlamadığımız silahlı savaşçı potansiyele sahip Kürt aşiretlerini baz alan şehirlerin kırsaldan yönetimi gibi bir yönetim sistemi oluşturdu. Bu yönetim sisteminde Siirt’i Şirvan-Pervari beylerinin, Diyarbakır-Mardin ve Tur Abidin’i Cizre-Botan beylerinin yönetimine vererek en ufak bir kıpırdamayı acımasızca bastırarak kontrol altında tutmaya çalıştı.
Bu baskılardan küçük bir örnek verecek olursak; Tepeyran’ın Hatıralar,hazirlayan F. Ilıkan, İstanbul, 1998, Pera yayinlari, Sayfa 446-447 kitabinda Milli İbrahim paşanın Şammaryan Arab aşiretine uyguladığı katliamı şöyle anlatmaktadır. Mardin eşrafından Abdülgaffar efendi bu katliamı önleyebilmek için Hamidiye alaylarını kuran 4. Ordu Mareşali Çerkez Mehmet Zeki paşa ve Milli İbrahim paşa nezdinde girişimlerde bulunmak ister ancak Mehmet Zeki paşa ve İbrahim paşanın kolağası Hüseyin Kanco buna gerek olmadığını çünkü İbrahim paşanın çoktan hücum ettiğini söyler. Buna rağmen Abdülgaffar Efendi Şammarlılarla görüşmek için gittiğinde gördüğü manzarayı şöyle aktarır “ Şammarlıların çadırına doğru gittim… Teletarik tepesine vararak tepenin üstüne çıktım ve dövüş yerini müşahede eyledim. Develerin ve sair hayvanların bağırmaları ve insanların gürültüleri ve tüfek sadâları pek müthişti… Şammarlar kırıldılar ve tahammül edemeyerek aşağıya Re’sülayn’a doğru firar ettiklerini gördüğümden … İbrahim paşanın çadırına gittim… bu acıklı vakalarda Şammarlıların büyük şeyhlerinden birkaç kişi ve Urbanlarından (Arablarından) hesaba gelmez insan öldüğü, İbrahim paşa tarafından bir yüzbaşı ve bir nöbetçi neferi yaralanıp… Kürt devşirmelerinden yetmiş neferin öldüğü ilan olunuyordu. Şammar atlıları umumiyetle çadırlarını, çoluk çocuklarını ve eşyalarını bırakıp kaçtılar. İbrahim paşanın devşirmeleri bu çadırlardaki mallar ve eşyayı talan ettiler. Kadınları ve çocukları bile öldürdüler, esir ettiler…
Bu sadece Osmanlı döneminde vuku bulan bir olayın küçücük bir kesiti. Ancak Osmanlının 500 yıllık tarihi Yukarı Beyt-Nahreyn Araplarının ve diğer halkların maruz kaldığı buna benzer yüzlerce kesitlerle dolu.
Bu günkü örgütsüzlügümüz ve sinmişligimizin çok önemli bir sebebi olduğuna inandığım 1914-1915 katliamına kısaca değinmek istiyorum. O dönemde Anadolu coğrafyasının nüfusunun en büyük çoğunluğuna sahip olan Ermeni ve Süryani halkları katliama uğramış. (Ki o dönemde Anadolu’nun tüm nüfusu 15-16 milyon olarak tahmin ediliyor. Bunun 5 milyona yakınını Ermeni halkından olduğu tahmin edilmektedir.) Diğer Arab coğrafyası nisbi olsa bile bağımsızlıklarına kavuşmuş bir buçuk milyona yakın Arab-Arami kökenli halk Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kendisini savunabilecek silahlı bir gücü olmadan Fırat’ın iki yakasında potansiyel tehlike olarak gördükleri Ermeni ve Süryanileri katleden iki hakim güç arasında kalmıştı. Büyük çoğunluğu tacir, sanatkâr, çiftçi vb. topluluklardan oluşuyor ve şehirlerde mukimdiler. İki sebepten dolayı potansiyel tehlike görülerek tehdit olarak algılanıyorlardı. Birinci tehdit 400 yıllık işgali sona erdirerek bağımsızlıklarına kavuşan soydaşlarının İngilizlerle birleşerek ihanet edip Osmanlıyı arkadan vurdukları bahanesiyle ( ki bu idrakten yoksun suçlama halen birçok kesim tarafından dillendirilmektedir. Ama hiçbiri Osmanlının Arab coğrafyasında bir işgalci olarak 400 yıl neden var olduğunun izahını yapmaz sahi Osmanlının Arab coğrafyasında ne işi vardı ?) tehdit edilerek korku psikolojisi oluşturuluyordu. Asıl nedense Arab halkının Türkiye Cumhuriyetinin boydan boya sınırlarında bağımsızlıklarını kazanmış soydaşlarıyla birleşebileceği kaygısıydı. Bu sebeplerden dolayı potansiyel bir tehlike olarak algılandılar. Ve sürekli Ermeni ve Süryanilerden sonra sıra sizde tehdidi altında bırakıldılar. Hala günümüzde de süren Siirtli Arabların Yahudi kökenli olduğu savı bu tehdidi hatırlamanın olgusudur. Oysa tarih boyunca Siirtte Yahudi aile sayısı üç aileyi geçmemiştir. Onlarda katliamdan kısa bir süre önce Siirt’i terk etmiştir. Sayın Dabakoğlu özellikle Siirt Arablarının sinmişliğinden dem vurduğu için belirtmek istiyorum o koşullarda Arablar, tümü şehir ve merkez köylerde mukim sadece 5-6 bin kişiydi. Her an bu coğrafyayı yüzyıllarca birlikte paylaştıkları iki halkın katledilme veya göçertilme, nakletme yollarda katledilme adı altında aynı akıbete uğrayacakları tehdidi altında kalmıştır. İşte Siirtli Arabların ruhsal şekillenmeleri bu trajedik çaresizlik koşullarında gerçekleşti. Bu konuda ek olabilecek bir yazım www.beyt-nahreyn.com sitesinde Siirt Arabları – Ismet Inönü Raporu ve Türklük yazımda da değinmiştim.
Arablar işte bu tehditler ve baskılar altında cumhuriyet dönemine girdi. Başlayan Kürt ayaklanmaları ve arkasından Türklük dışındaki tüm etnik ve kültürel olguların red ve inkar dönemi başlamış oldu.
Bu dönemin koşullarına baktığımızda, önemli bir güç olan Kürt halkı sindirilmiş ve akabinde meşhur İnönü raporunda belirtilen Siirt Arablarının başka bir bölgeye nakledilmesi resmi tehdit olarak dayatılmıştır. Başka güvenlikli bir bölgeye nakledilmenin yüzbinlerce Ermeni’nin nakil adı altında katledilmesinin koşullarında katledilme anlamına geldiği açıktır. Bu koşullarda yok sayılan 5-6 bin Arabın ben Arabım deme şansının ne kadar olduğunu ellimizi vicdanımıza koyarak cevaplayalım. Sayın Dabakoğlu’na sormak istiyorum bu koşullarda gerçekleştirilen asimilasyon gönüllü bir asimilasyon mudur ?
İşte bu koşullar altında dayatılan 90 yıllık sistematik red ve inkâr politikalarına ek olarak güneş dil teorisyenlerinin akıllardan izan propaganda dokümanlarına dayalı eğitimine maruz kalan Siirtli Arabların bu günkü durumdan farklı bir yansımanın olması beklenebilir miydi? Ben bu günkü koşullarda hala bir nebze olsun kültürünü ve dilini koruyabilmiş bir topluluğun ANKA kuşu misali küllerinden yeniden kendini yaratabileceğine inanıyorum ve bunun için çabalıyorum. En önemlisi bunun için birçok değerli arkadaşımın çabasını görüyorsak bu mucizevi bir başarıdır.
Bu coğrafyada bir tek dil, bir tek kültür veya etnisite yasaklanmadı. Red-inkâr ve asimilasyon politikaları Türklük dışındaki tüm kültürler, diller ve etnisiteler üzerinden bir silindir gibi geçti. Her halk bu insanlık dışı baskılara karşı kendi olanaklarıyla direniş gösterdi, gösteriyor. Kendi olanakları çerçevesinde, hızlı veya yavaş, güçlü ama zayıf bir biçimde yeniden yapılanmaya çabalıyor. Bu çabada her kesim için farklı reflekslerle, farklı bir süreyi kapsayacaktır. En önemlisi kendisine özgün olacaktır. Arablarda kendi refleksleriyle bunu yapmaya çabalıyor.
Sayın Dabakoğlu, “Siyasetin genel kuralıdır; Etkin kadar gücün vardır. Ülke nüfusunda üçüncü büyük etnik grubu olabilirsiniz, fakat siyaseten etkinliğiniz, kimliğiniz üzerinden ne kadar örgütlü olduğunuzla ilgilidir.” Diyor. Teorik olarak bir sonucu değerlendirdiğimizde doğru bir tespittir, bu tespitine katılıyorum. Ama sanırım unuttuğu bir nokta var. Biz sonuçta değil daha başlardayız. Bu badirelerden belirli ölçüde başarı kaydeden Kürt halkının deneyimlerine baktığımızda teşbihte hata olmaz hesabıyla bugünkü Beyt-Nahreyn Arablarından farklı konumda değillerdi. Maraş’ın, Elâzığ’ın, Malatya’nın, Adıyaman’ın ve daha birçok şehrin durumu Siirt’in durumundan farklı değildi. Tek avantajlı farkı asimilasyonun daha az etkileyebildiği köylerde büyük bir nüfusa sahip olmalarıydı. Bu günkü konumlarına da hiçte kolay ve kısa bir sürede gelmediler. Elbette ki önümüzde uzun ve meşakkatli bir sürecin olduğunun farkındayız ve Arab-Aramiler Birliği olarak bu sürecin ön koşullarını oluşturmaya çabalıyoruz. Halkımızdan ve dostlarımızdan bu uzun ve meşakkatli süreçte katkıda bulunmalarını ve bizi yalnız bırakmamalarını diliyoruz. Ve sayın Dabakoğlu’na bu çabalarımızın sonucundan beş yıl sonraki bir simülasyon yapmasını rica ediyorum. Kendisinin bu simülasyonu yapabilecek birikime sahip olduğunu biliyorum.
Sayın Dabakoğlu’nun “Siirt Araplarının edindikleri tek kimlik; Kürt antipatisi ve Kürtlere karşı siyasetin yanında yedeklenmek.” Tespitine katılmıyorum. Çünkü sanırım bu tespiti vuku bulan günlük olaylardan etkilenerek yaptığı kanısındayım. Bir halkın algısı ve politikası ferdi tepkimelerden çok o halkın dinamiklerinin entelektüel ve aktivistlerinin yaklaşımlarıyla oluşur. Soruna bu açıdan baktığımızda Siirtli Arab entelektüel ve aktivistlerinin büyük bir çoğunluğu böyle bir yaklaşım içinde değildir. En azından benim tanıdığım yüzlerce kişi öyle değil. Buna en güzel örneklerden biride kendisidir.
Ama günlük yaşamda toplum mühendislerinin 90 yıldır uyguladıkları politikaların etkisi yokmu ? Kuskusuz günlük yaşamda azımsanmayacak ölçüde örneklere rastlarız ama bu yansımalar toplum mühendislerinin iki yönlü (Kürtler ve Arablar üzerine) çalışmasının günlük yaşama yansımalarıdır. Bir halkın toplumsal algısı değildir. Öyle olsaydı büyük göçle yaşanan süreç ve Kürtlerin şehre yerleşmeleri çok daha sancılı olurdu.
Sayın Dabakoğlu sorunu tek yönlü almış izlenimi var, İki kardeşi düşünelim. Büyük kardeş küçük kardeşe sürekli kötü davranıyor, ellindekini zorla almaya çalışıyor, hakkını inkâr ediyor ve bahanelerle aşağılıyor. Sizce küçük kardeşin büyük kardeşine tavrı muhabbet mi yoksa tepkilimi olacak? Birde tersini düşünelim, büyük kardeş küçük kardeşine sevecen ve koruyucu ve hakkını gözetici bir yaklaşım içinde olursa küçük kardeşin tavrı hiç kuşkusuz sevgi, sadakat ve bağlılık olacaktır. Toplum mühendislerinin etkisinde kalarak Siirt ve tüm Beyt-Nahreyn Arablarını 2-3 milyon Arabın hatta 3 aylık torunun katili Saddam diktatörüyle özdeştirerek suni düşmanlık politikası propagandası geliştirme çabasının tepkisi olumlu olmaz. Fizikteki etki-tepki kanunu bilinen bir veridir. Tepkinin asıl saiki etkidir. Yukardaki kardeş örneğinde olumlu etki hiçbir zaman olumsuz tepki doğuramaz bu tepkime kanununa aykırıdır. Aktivistler olarak soruna birde bu açıdan bakmamız ve değerlendirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Sayın Dabakoğlu’nun, hâksız “Yanaşma” belirlemesine katılmıyorum. Birçok acılar yaşanmasına rağmen bu kadim halkın aktivistleri kimseye uşaklık yapmadı yapmayacak. Ama her halkın içinde ve yaşadığı bazı dönemlerde buna benzer kişiler vardır. Bu kişiler ve yaptıkları bir halkı temsil etmez ve halkın temsiliyetine mal edilemez ancak kendilerini bağlar. Bir halkı temsil eden ve halka mal edilecek olgular o halkın dinamikleridir. Arab ve Arami halkının dinamikleri Yanaşma değildir ve olmayacaktır.
Sayın Dabakoğlu önerisini hangi veriden hareketle ilkeli bir ittifak için uzatılan elin havada kaldığından bahsetmektedir. Gerek Arab-Arami Birliğinin kuruluş deklarasyonunda gerekse benim Arab ve Aramileri yok sayan politikaları desteklemeyeceğiz yazılarımda ilkeli bir ittifaka açık olduğumuzu deklere ettik. Bu güne kadar çağrımıza alışılagelmiş kendisinin de bahsettiği yedekleme ve oy deposu yaklaşımları dışında ilkeli bir yanıt almış değiliz. Kendisi biliyorsa bu uzatılan elin hangi ilkeler çerçevesinde hangi kesimce uzatılıpta havada kaldığı hususunda bizleri bilgilendirsin. Eğer öyle bir şey olmuşsa ve karşılık vermemişsek özeleştirimizi yapmaktan onur duyarız. Ama yazımda da belirttiğim gibi “Ben güçlüyüm, zaten kendime göre oluşumlarda oluşturmuşum her kesimi temsil ediyorum her kesim gelip bana tabi olsun anlayışı, tekçi ve dayatmacı bir yaklaşımın ifadesi olacaktır.” İşte böylesi bir yaklaşım “Yanaşmalık” olacaktır. Bu yaklaşım içinde olan birçok kişi ve kesim zaten var ama bizim programımızda olmayacaktır. Ama deklarasyonumuzda da belirttiğimiz gibi ilkeli ittifaklara bu günde açığız gelecekte de hep açık olacağız. Bu bizim temel stratejimizdir.
Sayın Dabakoğlu’nun birçok sorusuyla ilgili yaklaşımlarımız önceki yazılarımda olması hesabıyla ve yazının çok uzaması sebebiyle gerek hasıl olduğunda başka bir yazıyla değinmenin daha makul olacağı kanaatindeyim.
Biz müttefiklerimizle birçok traji-komik süreçler atlattık. Müttefiklerimiz belirli kazanımlar bizde azımsanmayacak deneyimler elde ettik ve önümüzü temizledik, bugünlere geldik, küllerimizden yeniden doğma koşullarını yarattık. Eğer geçmişin trajedik koşullarından bu koşullara ulaşabildiysek yok oluşumuzu bekleyenler bunu göremeyecek ama bizler yeniden doğuşumuzu ilkeli ittifaklarla veya bireysel olarak katkılarını esirgemeyen dostlarımızla kutlayacağız.
Mim Yavuz Binbay
http://www.siirtnews.com/haber-4813-dabakoglunun_araplarin_kimligitutumlari_ve_kurtler_yazisi.html
Bu yorum siirtnews’ten alınmıştır ;
Sinan Çetinoğlu() |
Midyat’ta Varlık Vergisi Uygulaması ”Yıl 1944. Devlet gayrimüslimlerden Varlık Vergisi almak için karar almış. Her yerde olduğu gibi Midyat´ta da, Varlık Vergisi´ni toplamak için komite kurulmuş. Komitenin üyeleri Midyat Kaymakamı, Belediye başkanı Selim Xoja [Önen], Mehmedolar´den Nuri ’Aziz [Midyat], Nehrozler´den Murat Nehroz [Yenigün], mal-müdürü ve Muhallemi ileri gelenlerinden birkaç üye. Kimin ne kadar ”Varlık Vergisi” vereceğini bu komite saptıyordu. Çok iyi anımsıyorum babamdan 4 bin lira istediler. Siirtli Kildani Yusuf´tan 8 bin lira istediler. Başkalarına da 4, 5 bin gibi büyük paralar koymuşlardı. Zavallı Süryaniler ve Kildaniler yoksuldu, kimde vardı bunca para? Vermiyenler Ürgüp´e, Nevşehir´e ve Konya´ya sürüldü.”48 Bir başka tanık Varlık Vergisi´ni şöyle anlattı:49 Varlık Vergisi´ni toplamak için devlet tarafindan önce bir komite atandı. Üyelerden biri Talat´tı [Nehroz]. Komite üyeleri kimlerden ”varlık” alacağının listesini yaptı. Tek tek listedeki adların evlerine gidiliyordu. Hiç kimsede verecek bir olanak yoktu. Vermiyenlerin adları hemen yerel yöneticilere teslim ediliyordu. Yöneticiler jandarma eşliğinde evlere gelir, ödemiyenleri kelepçeleyip tutukevlerine alıyordu. Burdanda daha sonra Aşkale´ye sürülüyorlardı. Aşkale´de aylarca bedavaya çalıştırılıyorlardı. Turabdin halkı çok yoksullaştırılmıştı. Varlık Vergisi´nden yerel yöneticilerde kendilerine kalıcı pay alıyorlardı. Bununla ilgili bir olay da şu olmakta:50 Varlık Vergisi´nin toplandığı dönemde [1944], Hıristiyanların malı ve mülkü var diye, devlet onlardan vergi aldı. Evde, koyun ve keçilerimiz vardı. Yerel yetkililerden birileri bize gelir, bunları sayardı. Yaşım küçüktü. Sanıyorum her baş için 25 kuruş ya da belki daha fazla alınıyordu. Amcam Salmo, yerel yetkililer gelmeden önce, 25 hayvanını mağarada saklardı. Yetkililerle birlikte Muhallemi olan bekçi ve başbekçide gelirdi. Gösterilen hayvanlar sayılırdı, sayıya karşı istenilen toplam ödenir, yetkililer parasını alır geri giderdi. Amcam Salmo, bekçi ve başbekçiye rüşvet olarak süt, yoğurt ve tereyağını ayrık [gizli] veriyordu. Bu adamlar, amcamın bir bölüm hayvanını sakladığını biliyorlardı, bunu yetkililere bildirmiyorlardı. Buna karşılık bu rüşvetlerini böyle alıyorlardı. Amcamın oğlu İlyas bir gün babasına şöyle söylendi ”Allah aşkına baba, bekçilere, bizden alınan verginin, çok üstünde bir karşılığı veriyorsun, buna gerek var mı? Beni dinlersen, bir daha bu adamlara bir şey verme”. Babası ona ”Bir şey olmaz yavrum, başka işlerde de bunlara yine gereksinim duyacağız, sonra bizim başbekçi Tahir Delale´dir” dedi. Varlık Vergisi ile ilgili bir sürü anekdot da anlatılır. Bunlardan biri şöyle:51 Varlık Vergisi´ni saptıyan üyelerden bir bölüm Midyat´tan Kfarze köyüne geldiler. Kim ”varlıklı” kim değil soruşturmasını yaptılar. Kfarze´deki Süryaniler genelde zanaat sahibiydi. Sayfo´dan sonra, köyün dışında hep çalışıyorlardı. Guldi adında semerci biri vardı. Hemen hemen bölgenin semerlerini ondan başka yapan yoktu. Adama ”sen fabrika sahibisin” dediler. Ona, varlık vergisi olarak, çok ağır bir toplam kesildi. Adamın eli iş tutamaz oldu. Kfarze muhtarı Jërjo Be-Yawnëke [Circo Keskin] ile birlikte, Midyat´taki kaymakama konu için başvurdu. İkisi de Türkçe bilmiyordu. Guldi, Muhtar Jërjo, muhtardır diye, her şeyi biliyor edasıyla birlikte gitmiş. Kaymakamın odasına alındılar. Muhtar Jërjo ve Guldi, saygı anlamında başlarındaki şapkalarını çıkarmışlar. Kaymakamla el sıkışmışlar. Kaymakam onlara ”Buyrun” demiş. ”Bir derdiniz mi var?” Muhtar Jërjo, dil bilmediği için, konuya nasıl başlıyacağını bilmemiş. Konuya Guldi, elini cebine atarak hemen başlamış. Cebinden, semerlerini diktiği çuvaldızını çıkarmış, muhtara Süryanice: Hë Jërjo, kala i fabriqa, marle lu qaymaqam, tro mahëtla msawyo bi emo [Jërjo, işte fabrikam bu, kaymakam onu hemen alsın, doğrudan …. soksun], demiş.Gönderilen Tarih – 04 Aralık 2013 Çarşamba (01:16) |
Turgay Dabakoğlu’nun yazısı;
YAVUZ BİNBAY, ARAPLARIN KİMLİĞİ, TUTUMLARI VE KÜRTLER |
Geçen şıher il bayf(Yumurta bayramı) etkinliği öncesi tanıştığım, kendini yetiştirmiş, uluslar arası sivil toplum kuruluşlarında çalışan, zeki, entelektüel bir şahsiyet M.Yavuz BİNBAY’ yazılarıyla Siirt News ailesine katılmış oldu.Geçen şıher il bayf(Yumurta bayramı) etkinliği öncesi tanıştığım, kendini yetiştirmiş, uluslar arası sivil toplum kuruluşlarında çalışan, zeki, entelektüel bir şahsiyet M.Yavuz BİNBAY’ yazılarıyla Siirt News ailesine katılmış oldu. Geçte olsa hoş geldin diyorum. Sitenin kalitesini artırdığını ve onun sıkı takipçisi olduğumu belirteyim. Siirt’in düşünce çıtası onunla biraz daha yükselecek. Bu yazımla Yavuz Binbay’la kamuoyu önünde tartışma yürütmek ve bir nebze bir katkı sunmak. Ondan da ricam eleştirilerini yazılarıyla duyurmak. Oluşabilecek tartışmaları geniş platformlara taşımak ve kurumsallaştırmak açısından önemli. İlk yazılarını ‘’Arap ve Aramileri Yok Sayan Politikaları Desteklemeyeceğiz’’başlığıyla yayınladı. Demografik olarak Türkiye’nin üçüncü büyük etnik nüfusu olmasına rağmen temsiliyetinin bu orana tekabül etmediği haklı olarak dile getiriyor. Arapların bu coğrafyada zengin bir kültüre sahip ve kadim bir halk olduğu ve böyle bir halkın başta siyaseten, hiçbir alanda sesinin duyulmadığını sitemkâr bir şekilde ifade ediyor. Devletin ve toplumun siyasal kurumlarının Arapları anlamadığı konusunu dile getiriyor. Buraya kadar tüm tespitlerine katılıyorum fakat siyaseten hesaba katılmaları gerektiği düşüncesi biraz havada kalıyor. Siyasetin genel kuralıdır; Etkin kadar gücün vardır. Ülke nüfusunda üçüncü büyük etnik grubu olabilirsiniz, fakat siyaseten etkinliğiniz, kimliğiniz üzerinden ne kadar örgütlü olduğunuzla ilgilidir. Örgütlü olmanın ötesinde de Türkiye Araplarının (Hatay’dakiler hariç) kendilerini ne kadar Arap gördüklerine bakmak lazım. Siirt’teki Araplara ayna tuttuğunuzda Arap kimliklerinin ya çok silik ya da hiç olmadığını göreceksiniz. Kendilerini etnik olarak Arap olarak görmeyen bir halkın siyasi taleplerini bu kimlik üzerinden dillendirmeyeceği aşikardır. Gönüllü asimilasyonu çok büyük bir hevesle uygulamış, egemen ulus üst kimliğini rahatlıkla kabul etmiş Araplardan, Arap kimliği üzerinden siyaseten dikkate alınmaları gerektiğini söylemek siyaset gerçeğiyle uyuşmaz. Siirt Araplarının edindikleri tek kimlik; Kürt antipatisi ve Kürtlere karşı siyasetin yanında yedeklenmek. Yamanmaya çalıştıkları egemen ulus kimliğinin kibriyle Kürtleri hakir görmek, onların kimlik mücadelesine düşman kesilmek Siirt Araplarının genel siyaseti olmuştur. Hrant Dink’in diaspora Ermenileri için söylediğini ben Araplar için söyleyeyim. ‘’İlk önce Arapların damarlarındaki zehirli Kürt kanını temizlemek gerekir.’’ Şimdi böyle bir tablo ortada dururken politik aktörlere ve kurumlara Arapları dikkate almadan siyaset yapmamalarını söylemek ne kadar gerçekçidir. Sayın Binbay’ın Arapları siyasal bir güç olarak dikkate alınmalarından çok, başta halk olmaktan kaynaklanan çok güçlü meşruiyeti olan anadil olmak üzere tüm kimlik taleplerinin gündemleştirilmesi daha doğru olacaktır. Kimlik taleplerinin hepsi bir halkın varoluş nedenleridir. Siirt Arapları demografik olarak gittikçe azalıyor ve birkaç kuşak sonra yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kültürel yok oluş tehlikesi kimlik talepleriyle bertaraf edilir. Kültürel hakların tamamının talep edilmesinde muhatap devlettir. Vatandaş olmaktan doğan haklarımızın yerine getirilmesinde devletin kendisi sorumlu. Mesela anadilde eğitimin devletin kurumlarında olması bir gerekliliktir. Olmadığı takdirde Kürtçe dil kurslarının başına ne geldiyse o olacaktır. Bu kimlik haklarının halkın güçlü bir talebi olmadan birilerinin de lütfetmesini bekleyemezsiniz. Araplarda bu yönde bir derdi bir talebi var mı? Yok. Talep olmayınca da dinleyen olmaz. Siirt Arapları ve onların kurumlarının statüko tapıcılığı iflas etti. Yeni bir paradigmaya ihtiyaçları olduğu çok açık. Doğru bir yerde olmak istiyorlarsa sistemin yanaşması olmaktan çıkmaları ve kimlik eksenli yeni paradigma oluşturmaları gerekir. Onlara da nereden başlamalarını gerektiği konusunda bir önerim olacak; Komplekse kapılmadan Kürtlerin yıllardır uzattıkları ve havada bıraktıkları eli sıkmaları. İki halk arasındaki Psikolojik duvarların yıkılması, Siirt’in lafta değil, gerçekten bir barış kenti olmasının yolunu da açar bu adım. Aynı zaman da şahsiyetli, birilerinin oy deposu değil, gerçek halk olduklarını görecekler. Ha bu arada şunu da belirteyim, Kürtlere bu anlamsız nefret Kürtleri artık üzmüyor. Bu tavırlar Kürtlerin nazarında artık bir mizah malzemesi olmaktan öteye geçemiyor. Çünkü bugün ki durumları traji-komik düzeyde… |