İnsan Hakları ve Toplumsal Sorumluluk – Mim Yavuz Binbay

Sans titreİnsan haklarını doğumdan itibaren hatta ceninin tekâmülünden itibaren alır. Bu haklarını bir sınır konulmadan kullanma haklarına kuramsal olarak insan hakları denir. Bu haklar, İnsanın doğasından kaynaklanan, bireyin insan olma sıfatı dolayısıyla sahip olduğu ve hiçbir iktidarın tanımasına ve korumasına bağlı olmayan, diğer bir anlatımla Devletler ve iktidarlar tanımasa da, saygı göstermese de yine de varlıklarını devam ettiren, niteliklerini kaybetmeyen ve devletin saygı göstermesi, karışmaması yanında gerçekleşmesi için çaba göstermesi de gereken tüm hak ve özgürlüklerdir. “Hakların bilincinde olmak diğerini görebilmektir. Diğerinin kendisi olduğunu kavrayabilmektir.” (Mim’den seçmeler VII)

İnsan varlığı dokunulmazdır. Her insan, yaşamına ve kişi bütünlüğüne saygı gösterilmesine hak sahibidir. Hiç kimse bu hakkından keyfi olarak yoksun bırakılamaz…”(Afrikalı Halkların İnsan Hakları Şartı, Madde-4)

Bu haklar bilimsel araştırmalar veya yönetimlerin öngöreceği sebepler gerekçe gösterilerek toplumsal düzenin korunması sebepleriyle kısıtlanmaz. “ İnsanın menfaatleri ve refahı, bilim veya toplumun menfaatlerinin üstünde tutulacaktır…”(Biyoloji ve Tıbbın uygulanması bakımından insan hakları ve insan haysiyetinin korunması sözleşmesi tasarısı)

Yönetimler veya bazı zümrelerin varlıkları ve istikrarları, bireyin varoluş hakkının üstünde değerlendirilemez. Bir devlete, topluluğa veya kişiye tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlandırmaya yönelik bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma hakkını veremez. “ Hiç kimse edimde bulunarak veya gerektiği durumlarda müdahaleden kaçınarak insan haklarının ve temel özgürlüklerin ihlaline katılamaz; kimse bu hak ve özgürlüklerin ihlalini reddettiği için cezalandırılamaz ve tedirgin edilemez…(İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi, Madde- 10)

Günümüzde tanımladığımız İnsan haklarına ve yasalar, insanlığın yaşadığı nice savaşların, yoksullukların, felaketlerin ardından, ağır bedeller ödenerek tekrar kazanılmasa hak ürünü olan insan hakları kavramında kerhen de olsa normatif belgelere dönüştürdüğünü görmekteyiz. Bu bakımdan, insan onurunu taçlandıran, insana ilişkin hakları kalıcılaştıran belgelerin, bildirilerin, sözleşmelerin arkasında yaşanmış nice felaketler, katliamlar, kan, acı ve gözyaşı vardır. Bu bağlamda düşünürsek, demokrasi ve özgürlük savaşımının kazanımları Anayasalar için ‘Bu anayasa insan derisiyle kaplıdır’ dersek yanılgı olmayacaktır ki bu söz Paris Louvre müzesinde bulunan 1789 Anayasasının kapağında yazılıdır.

Her felsefi akım devlet yapılanmasına farklı bir tanımlamalar getirmiştir. Hangi tanımlamayı baz alırsak alalım Devlet, yönetimi altında tuttuğu, bireylerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmek, onları uygulamak ve genişletmekle yükümlüdür. Devlet insan haklarına yasal olmayan müdahalelerde bulunmaması gerektiği bir yana, bu hakları koruması gerektiği devletlerin yükümlülükleri arasındadır. Bu konudaki uygulamaları o devletin niteliğini ve gelişmişlik düzeyinin kıstasıdır.

İnsan haklarına, kolektif bir bilinç oluşturulmadıkça, koruma ve denetim mekanizmalarıyla birlikte, normatif belgelere işlerlik kazandırıla bilinmesi mümkün olmamaktadır. Bu haklar kullanılamadıkça, yazılı belgelere işlerlik kazandırılamadıkça İnsan, haklarıyla insandır’ özdeyişinin popülist bir söylemden öte anlamı olmaz.

Her ülkeye, her yönetim türüne göre değişik uygulamalar vardır fakat ülkeye göre insan hakları olamaz. Bu hakların bir kısmının kabulü, öbür kısmının ertelenmesi ya da yadsınması sadece yönetimlerin karakterinden kaynaklıdır.

Hakların toplumsal işlevselliği ancak, çok yönlü eğitimle birey olma bilincinin oluşturulması ile mümkündür. Temel insani değerlerin korunup geliştirilmesi, bu eğitimin her alanda yaygınlaştırılmasına bağlıdır.

Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.”(B. Russell)

Türkiye’nin insan hakları konusunda en büyük açmazı, insan haklarının politize edilmesinden kaynaklanan algısal tepkisidir. Son yıllara kadar yönetimler, bu hakların, rejime karşı dışardan ithal edilmiş algısıyla hareketle adeta bir öcü gibi görmüştür. Oysa insan hakları standartlarını oluşturan insani değerler, ithal değil insan olma kaynaklıdır.

İnsan hakları, devletin yönetim uygulamalarında kurumsallaştırılmalıdır. Bu bağlamda da ‘iktidarların, insan haklarının aynı zamanda tedarikçisi ve hem de mezar kazıcıları oldukları’ unutulmamalıdır. İnsan hakları belgelerinin kalıcılığı, ancak insan hakları düşüncesinin toplumsal içselleştirmesiyle mümkündür.

İnsanın insanla savaşımı yönetim mekanizmalarını dolayısıyla ideolojileri yaratmıştır. Tarihteki ilk kamplaşma, kutuplaşma, bölünme, savaşlar bu aşamalarda ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yönetimler ve ideolojiler kendisine inananları birleştirirken, dışarıda kalanları faklı görmüştür.

Geçmiş yüzyıllar bize şunu kanıtlamıştır. Yönetenler bu saydıklarımızı ayakta tutabilmek için şiddeti ve savaşı kullanmışlardır. II. Dünya Savaşında insanlığın yok edilme noktasına getirilmesi ve soykırım konusunda, aklımıza sadece Hitler’i getirmesin! Sosyolog Rudolph Rummel’in tespitlerine göre sadece 19. ve 20. yy’da insanın insana karşı gerçekleştirdiği soykırım yoluyla yapılan cinayetler toplamının 300 milyona yakın olduğunun tespiti var. Demek ki insanlığın yaşadığı yıkımların, trajedilerin temelinde savaşlar var. Geçmişten günümüze baktığımızda tarih bir katliamlar kronolojisidir.

Konfüçyüs, öğrencileriyle birlikte Thai Dağı’nın eteklerinde gezinirken, ağlayan bir kadın görür. Öğrencilerinden biri (Tze-Lu) kadına neden ağladığını sorar.

Kadın – Çok acı çekiyorum. Bu çevrede bir kaplan var. Önce kaynatamı parçalayıp yedi. Sonra kocamı. Şimdi de oğlumu öldürdü, der.

Konfüçyüs – Öyleyse, niçin bir başka yere gitmiyorsun? diye sorar.

Kadın şu ilginç yanıtı verir- Çünkü burada insanlara baskı yapan bir devlet yok.

O zaman Konfüçyüs öğrencilerine şunları söyler; Kadıncağız haklı. Bunu asla unutmayınız ki,  baskı yapan devletler, kaplanlardan daha korkunçtur.

“insan; ancak insan olduğunun farkında olandır” İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yayınlandığında hiçbir hukuki bağlayıcılığı yoktu, siyasal bir metindi. Sadece, insan haklarının akla gelenlerinin yönetimlerce kabul etmek zorunda kaldıklarının sınırlarını belirtiyordu. Unutmamayı hatırlatıyordu. İnsan haklarını yaşamımızın her anında, görevlerimizin her noktasında unutmamamız gerekiyor.

Türkiye’nin insan hakları alanında iyileştirmeye gidebilmesinin bence en önemli önkoşulu, insan haklarının algılanış biçiminin değiştirilmesidir. İnsan haklarını sosyal ve siyasal istikrara bir tehdit olarak algıladığımız sürece, insan hakları konusunda pratik bir ilerleme kaydetmeniz mümkün değildir. İnsan haklarını marjinal, soyut, yaşamın dışında, biraz da kökü dışarda bir ideoloji olarak algıladıkça, Türkiye’nin insan hakları sorunu çözülemez. İşkencelerin önlenmesi, sivil ve siyasal hakların kullanımı üzerinden engellerin kaldırılması ve tamamen uygulanır hale gelmesi, kısaca insan hakları alanında gerçekten istenilen düzeye ulaşılmasının ön şartı, insan haklarını Türkiye özelinde depolitize etmek, normalleştirmek gerekir. Ben insan haklarının bir kavram, bir değer ve bir talepler dizini olarak Türkiye’de fazlasıyla depolitize olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları Türkiye’nin iç siyasal çekişmelerinin bir aracı, kavramsal bir silahı haline geldi. Bu ortadan kalkmadan yani insan hakları depolitize edilmeden, merkezi bir değer olarak kabul edilmeden insan hakları alanında reel adımlar atmak mümkün değildir.” (Prof. Dr. İhsan D.Dağı,)

Kızılderililer söyle diyordu; Beyaz Adam’ın bizim yaşam tarzımızı anlayamadığını biliyoruz. Onun için bütün topraklar birbirine benzer. Gece gelip topraktan gereksinimlerini alan bir yabancıdır o. Toprak onun kardeşi değil, düşmanıdır, bir kez fethedince devam eder yoluna. Toprağa aldırmaz bile, babasının mezarını da unutur, çocuklarının mirasını da. Anası toprağı ve kardeşi gökyüzünü birer mal gibi görür. Doymak bilmez açlığı, bir gün toprağı tüketecek ve geriye bir çöl kalacak yalnızca…

“…Yasalar gelip geçicidir. Suç kavramı da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün suç sayılan, bugün suç olmaktan çıkabilir. Düne göre yasadışı sayılan, bugün ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki, tarih bilinci içinde arkamıza baktığımızda, adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz. Baldıran zehrini içmeden önce öğrencilerinden biri Sokrates’e şöyle seslenir: “ Sizi suçsuz yere öldürüyorlar”. Büyük düşünür öğrencisini bir soruyla şöyle yanıtlar: “ Suçlu yere öldürselerdi daha mı iyi olurdu? “ Yargının hükmü Sokrat’ı, onu ölüme mahkûm eden beş yüz üç yargıcı ise, doğanın hükmü, ölüme mahkûm eder. Yüzyıllar akar gider… Günümüzde, o yargıçlar meclisini kimse anmaz, ama Sokrat’ın yüzü insanlığa gülümser. Sonuçta, kendisini bugüne taşıyabilenlerin, insanlığın gerçek sözcüleri olduğunu öğrenmiş oluruz.” (Av. Veysel Gültaş, Affet Bizi Zeytin Ağacı.)

Yüzyılları geride bırakıp, çağımıza ulaştığımızda “ Garp cephesinde yeni bir şey yok” demenin ötesinde, insanım diyen her kişide ortak bir nefretin oluştuğunu gözlüyoruz. Var olma hakkının kanla, soykırımlarla bastırılışının acımasız örnekleri Arap coğrafyasında, Irak’ta, Suriye’de, Yemende, Libya’da yaşanmaktadır.  Üstelik insan haklarını, demokrasiyi kolladıkları yalanıyla, insanlığın gözü önünde ülkelere saldırılıyor, işgal ettikleri ülkelerin kültür mirası yok ediliyor, soykırım boyutlarında milyonlarca insan katlediliyor, on milyonlarcası yerinden yurdundan göç ettirilerek yersiz yurtsuz mülteci durumuna düşürülüyor. Geriye kalansa bu düşüşlerin, bu trajedinin çığlıklarının söze dönüşmesidir. Geriye kalan sadece “ söz “ dür. Bu çığlığa dönüşen “ söz” bir direnişçinin mücadelesi, bir ananın acılı yüreğinin çığlığı, mülteci bir bebeğin ben masumum bu vahşetinizde ben yokum diyen masum gülümsemesi, insanım diyen her bireyin kulakları sağır eden duyulmayan sesiz çığlığıdır.

 “…Herkesin daha iyi, gelişmiş ve refah içinde bir dünya düzeni kurulmasını istediği günümüzde artık insan haklarının bugün varmış olduğu düzeyden geri dönülmesini beklemek boş bir düştür. Ne var ki, son dönemde dünyada ortaya çıkan siyasal kutuplaşma ve giderek öne çıkan süper devletlerin teknolojik baskıları diğer ülkelerin ezilmesine veya gerilemesine yol açmaktadır. Bu nedenle silahlanma yarışının çok büyük üstünlüklerde geliştiği günümüz dünyasında insanlık yakın geleceğine güven içinde bakamamakta ve uygar bir dünyada insanca yaşamanın sürekli mutluluğunu duyamamaktadır. İnsan hakları ve özgürlüklerine dayalı dünya nimetlerinin ve ulusal gelirlerin dengeli dağıldığı, adil ve korkusuz bir dünyanın gerçekleşmesinde, ülkeleri ve halkları yönetenler birleşmedikçe insanların hakları konusunda kendilerini güvence altında görebilmeleri son derece zor görünmektedir. İnsanlığın gelecekte tehlikeye sürüklenmesine neden olan, teknolojik ve siyasal gelişmeler silahlanma ve ekonomik baskı biçiminde gündeme geldikçe, insan haklarının tehlikeden kurtulabilmesi olanaksızdır. İnsanlığı kitleler halinde ezmeye ve yok etmeye yönelik politikalar sürdükçe,… İnsan hakları hiçbir zaman güvence altında olmayacaktır.”(Prof Dr. Anıl Çeçen)

“Haksızlık etmemek, övünmeye değmez, asal olan onu akıldan bile geçirmemektir.” (Demokritos)

“Çağımızda İnsan Hakları artan bir ivme göstermektedir. Ancak, küreselleşme içinde, İnsan Hakları kavramının işlevi gereği ulus – devlet egemenliklerinin zayıflatılması sonucunu da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle de dünya politikasındaki güçlü ve egemen ülkeler bu süreçte, İnsan Haklarının uluslararası niteliğini bahane ederek, ulus-devletlerin egemenlik haklarını törpüleyerek sınırlanmasına, İnsan Hakları maskesi altında, İnsan hakları kılıfına büründürüp sömürü ve yayılma politikalarını gizlemektedirler. Yeni bir yayılma ve paylaşma süreci yaşanan günümüzde, sömürgecilik bu kez İnsan Hakları kavramıyla meşruiyet ihtiyacını karşılamak için küreselleşirken, kendine İnsan Hakları temelinde ‘İnsani’ bir yüz takınmaya çalışmaktadır.”(Av. Veysel Gültaş, Ama Ben Senin Yanındayım)

Binlerce yıldır sorunlarımızı başka bir yere kaydırıyoruz veya başka bir zamana erteliyoruz ve bunun adına da ‘çözüm’ diyoruz. Sadece ellerimize güvenebildiğimiz Taş Devri’nde yetersiz olan bizler, nükleer enerjiye ve internete sahip olduğumuz bu dijital çağda dahi öyleyiz. Artık bu güçsüzlüğümüzün sebebini belirlemenin zamanı geldi…” (Prof. Stefano E. D.’anna, İkarus’un Yolu, )

Sorunlarımızı bin yıl daha ötelemeyen cesurca çözümler üretmek dileğiyle.

İnsan Hakları ve Toplumsal Sorumluluk üzerine 

Mim Yavuz Binbay