Kim Bu Yezidiler? – Yezidilikte Melek Tavus ve Temmuz – Yezidî inancında Azâzîl, İblis ve Şeytan – Yezidilik Ne Değildir? -Mehmet Sait Çakar

Bu yazı serisi Mehmet Sait Çakar’ın Mardin iletişim gazetesinden alınmıştır.   http://www.mardiniletisimgazetesi.com.tr

Kim Bu Yezidiler? – Mehmet Sait Çakar

Günlerdir IŞİD’in Sincar dağlarına yönelmesiyle beraber oradan kaçmak zorunda kalan Yezidiler tüm yerel ve ulusal basının en değerli malzemesi haline geldi. Bu yüzden Yezidilerin ne olup ne olmadıklarını bilmek gerekir. Çünkü son bir haftada sürekli Yezidiler konu ediliyor. Bir çok dernek, vakıf, STK hep hep Yezidileri konu alıyor. Oysa “kim bu Yezidiler?” sorusunun cevabını bir çoğu yanlış biliyor. Bunun için yazı dizisi daha iyi tanımak içindir. Yezidiler namı diğer “Şeytanperestler” tarihlerinde hiç olmadıkları kadar meşhur oldular. Defalarca Müslüman soydaşları tarafından katliyamlara  uğrayan Yezidiler bu defa tarihin bir cilvesi olarak y,ne Müslüman Kürt soydaşlarına sığındılar.

‘Yezidî’ kelimesi Anadolu toplumuna yabancı olmamasına rağmen herkes tarafından farklı biçimde anlaşılmaktadır. Müslüman ya da bu topluluklara komşu ve az çok İslâmiyet’ten etkilenmiş halklar arasında Yezidî kavramı genelde olumsuz bir anlamı çağrıştırır haklarında ‘Şeytanperest’, ‘Gâvur’, ‘Kâfir’, ‘Haldî’, ‘Ali Düşmanları’, ‘Zındık’, ‘Saçlı Kürtler’, ‘Çelebî’, ‘Sekiz Bıyıklılar’ ve hatta ‘Mum Söndürenler’[1] gibi tarifler kullanılır ve Yezidî kelimesinin birden fazla dilde kaynağının olması da bu karmaşayı artırır. ‘Yezidî’ kelimesi Anadolu’daki bir Alevî-Bektaşî için ‘kendinden olmayanı’ veya Muhammet Peygamberin torunu Hüseyin’in düşmanları anlaşılır.

Yezidîleri tetkik eden Müslüman, gayrimüslim ve pek az da Yezidî bu topluluğa ve inanca dair birbirlerinden farklı sonuçlar elde ettiler. Bu araştırmacıların bir kısmı Yezidîliği Anadolu uygarlığının mirası olarak görürken, diğer bir kısmı da İslâmiyet’in veya Hristiyanlığın sapkın mezheplerinden biri olarak görmeyi tercih etti ama yine de bu araştırmacılar görüşlerini dayandıracak yeterli kanıtlara sahip değildi. Yezidîlere dair sınırlı sayıdaki belgeler arasındaki bilgilerin birbiriyle uyumlu olmaması da araştırmacıları kararsız bırakan diğer bir unsurdur.

Yezidîlerin çoğunun okur-yazar olmaması ve uzun süre takıyye yapmak zorunda kalmaları, kim olduklarını hatırlayamayacak kadar toplumsal hafızalarını körelmesine neden oldu. Kimi zaman kendilerini ‘Şeytanperest’ olarak görürlerken, kimi zaman da bir şekilde Allah’a taptıklarını sanırlar. Bazen de Yezidîlik ile ilişkisi tam olarak tespit edilemeyen Yezit[2] adlı kişiye taptıklarını düşünürler.

Yezidîlerin daha çok yabancı araştırmacılar tarafından kaleme alınmış olması ve ancak Yezîdiler arasında bir tek ailenin okur yazar olması zamanla zengin bir sözlü geleneğin oluşmasına neden olup böylece kaygılarını, dertleri, arzularını, heyecanlarını, destanlarını, tarihlerini, törelerini, dualarını, dini uygulamalarını ve kutsal metinlerini gelecek nesillere aktardılar.

Doğuda Evliya Çelebi Yezidîleri ne denli ‘menfî’ tanıttıysa Avrupa’da da Karl May (1842-1912) Yezidîleri o denli ‘gizemli ve olağanüstü’ olarak tanıttı. Doğuyu yalnızca seyahat kitaplarından ve maceraperestlerin anılarından bilen Karl May’ın ‘Cinler ve Cinnistan’ ütopyası[3] Yezidîleri ve yaşadıkları yerlerden biri olan Sincar Dağlarını konu alır ve okuyucunun ilgisini çekmek için de hayal gücünden istifade ederdi.

1839’da yayınlanan bir makalede[4] Yezidîlerin Eski İran tanrılarından kötülüğü temsil eden Ehriman’a taptıklarından Ehriman’ın Yezidî inancının esasını teşkil ettiği ileri sürüldü ve bu makalede Yezidîlerin ne denli savaşçı oldukları ve Osmanlı ordusuyla nasıl baş ettikleri de anlatılıyordu. Karl May bu dergide anlatılan çölü, Arapları, Bedevileri, Kürtleri, Türkleri ve Doğuya bir çok has unsuru daha esas alarak ütopyasını kurdu.

Karl May ‘Kara ben Nemsi’ karakteriyle kendini Don Kişot’a, ‘Hacı Halef’ adlı karakterini de Sanço Panço’ya benzeterek gezmiş gibi Orta Doğuyu anlatıyor ve bu arada da Orta Doğulu halkları da “Kindar Arap”, “Tembel Türk”, “İkiyüzlü Fars” ve “Hırsız Kürt” şeklinde aşağılamaktan çekinmedi. Ne ilginçtir ki Karl May Yezidîleri Batılı misyonerlere yardımcı olduklarından ve de Hristiyan sandığından aşağılamaz. ‘Arap Çöllerinde’, ‘Kürt Dağlarında’, ‘Bağdat’tan İstanbul’a’ ve ‘Haydut’ adlı kitapları fazla ses getirmese de 1920’de Marie-Luise Droop tarafından ‘Şeytanperestler’ adıyla filmi çekildiğinde Yezidîlere dair oluşan fikir daha sonra yapılan araştırmaları olumsuz yönde etkiledi.[5]

Karl May ve daha nice Batılı yazarın doğu hikâyeleriyle şöhreti yakaladıklarını gören Doğulu yazarlar da bu üslûpla eserler verdi. Bu yazarlardan Refik Halit Karay 1939’da ‘Yezidin Kızı’ adlı romanını yazdı.[6] Refik Halit Karay da bu romanında Yezidî inancını “bildiğimiz bütün inançların Rus salatası” biçiminde tarif etmekte de sakınca görmez.

Diyarbakır yöresine ait bir atasözünde “Varma Yezidin yanına / Kokusu siner canına” şeklinde konu edilen Yezidîlere ait bilgiler dağınık ve açık değildir. Araştırma yapanların önyargıları, yalnızca kendilerini ilgilendiren noktaları ya da araştırabildikleri kadarını aktarmaları zamanla Yezidîliğin beslendiği kaynaklarından daha gizemli bir hal almasına neden oldular. Böylece Yezidilik kimi zaman İranî inançların bir devamı kimi zaman da İslâmîyet’in veya Hristiyanlığın sapkın bir mezhebi olarak kabul edildi. Hatta Türkçülüğe rağbet edildiği dönemde de kökeni Orta Asya’ya dayandırıldı. Nihayetinde Yezidîliğin kökleri tam olarak aydınlatılamayınca eklektik olduğu kabul edilerek sorun aşılmaya çalışıldı.

Yezidîlerin yukarıdaki dinlerden birine dâhil edilmelerinin bir nedeni de araştırmacıların bakış açıları veya vasıflarından doğar. Kaynakların dağınık ve farklı dillerde yazılmış olması bir çok araştırmacının sınırlarını zorladı ve onları olumsuz etkiledi; bu bağlamda kimileri Şemsî olarak bilinen Yezidîleri Kürtlerin özbeöz sabık inancı olarak görürken Şemsîlere dair menfî iddiaları göz ardı ettiler.[7] Oysaki aynı Şemsîleri diğer kimi araştırmacılar sapkın bir Hristiyan Ermeni mezhebi[8] olarak kabul ederken kimileri de onları Tahtacılarla dindaş[9] kabul etti. Gerçi bu dinî karışma yalnızca araştırmacılardan kaynaklanmıyor zira Yezidîlerin dinî liderlerinden Emir Muaviye bin İsmail göre Zerdüştîler, Dürzîler, Nusayrîler ve Şabaklar da Yezidîlerle dindaş.

Yezidîlerle ilgili bir başka sorun da âdet ve ibadetleridir. Bir çoğu takıyye yapan ve komşu inançların etkisinde kalan Yezidîler inançlarının bütün âdet ve ibadetlerinden haberdâr değiller. Tarihleri boyunca Müslümanların veya Hristiyanların baskısından birçoğu ya artık inançlarından habersiz ya da korkudan ve aşağılanmaktan kendilerini gizlemeyi tercih ederler. Bu nedenle bu kitapta açıklanan ibadet biçimleri, bayramlar ve âdetler Türkiye’deki tüm Yezidîler tarafından bilinmeyebilir.

Yezidîlere göre Adem Peygamberden beri var olan inançları hakkında doğru bilgi edinmek oldukça güçtür. Yezidîlerin geçmişte Müslümanlarla ve Hristiyanlarla aynı coğrafyada yaşamalarına karşın günümüzde Kur’anıkerim ve Muhammet Peygamberin sünnetiyle ya da Orta Doğudaki mevcut her hangi bir Hristiyan mezhebiyle benzerliklerinin bulunmaması Yezidîliğin İslâmî veya Hristiyan bir mezhep olarak kabul edilmesini oldukça zorlaştırır. Her ne kadar Allah, Peygamber ve Kutsal Kitap konularında az da olsa Müslümanlar ile benzerlikleri olsa da bu kavramların anlamı farklıdır. Buna rağmen Türkiye’de Yezidîlik İslâmî bir mezhep olarak düşünülür.

Yezidî inancını irdelemek için bir çok tarihî ve dinî çalışmadan faydalanmak gerekir ve kaynakların en büyük dezavantajı da bunların genelde başka çalışmanın bir parçası olmalarıdır. Bu nedenle Yezidîlikle -görünüşte- ilgisiz olan kişiler bile çalışmalarında bu konuya değinmişlerdir. Bu konuya değinenler tarihî sırasıyla klasik mezhep tarihçileri, kelâmcılar, Doğulu ve Batılı seyyahlar ile modern çağın yerli ve yabancı araştırmacılarıdır.

Yezidîlere dair ilk bilgilere klasik mezhep tarihçisi Şehristanî’nin ’El-Milâl ve el-Nihâl‘ adlı çalışmasında rastlanıyor. Her ne kadar Şehristanî Yezidîliğin doğuşu hakkında yanlış bilgi verse de en azından bu adın tarih sahnesine ne zaman çıktığına ilişkin bir kaynaktır. Şehristanî Yezidîliği sehven konuyla ilgisi olmayan Yezit bin Unaysa ile ilişkilendirerek kendisinden sonra yapılacak çalışmaların da yanlış yol almasına neden oldu ve bu inancı sapkın bir mezhep olarak nitelendirdi. Kelâmcı İbn-i Teymiye ’Mecmuatu er-Resaili el-Kübra‘ adlı eserinde Yezidîleri açıklayıp onları İslâm’a davet etti. İbn-i Teymiye Yezidîliğin doğuşuyla ilgilenmediğinden de hatanın önü alınamadı böylece Şehristanî ve İbn-i Teymiye yalnızca dinî konularda araştırma yapanları değil seyyahları da yanlışa sevk etti.

Doğulu gezginlerden İbn-i Batuta ve Evliya Çelebi’nin Yezidîler hakkında verdikleri hatalı bilgiler hem ne denli etki altında kaldıklarını hem de sonraki nesilleri nasıl yanlış bilgilendirdiklerini gösterir. Özellikle Evliya Çelebi Yezidîlerin inançları, ibadetleri ve toplumsal ilişkilerine dair Yezidîlerin kendisi yerine düşman oldukları komşu halklardan edindiği bilgileri mübalağalı bir şekilde aktarmakla yetindi.

Osmanlı başkentini fazla ilgilendirmeyen bu küçük topluluk 1. Dünya Savaşının sonuna kadar ancak bölgedeki idarî merkezlerinin ilgisini çekti. Fakat bu ilgi yerel yöneticilerin Yezidî bölgelerini talanından öteye değildi.

Avrupalı ülkeler 19. yy.’ın ikinci yarısından itibaren doğudaki çıkarlarını güvence altına almak için seyyahlar, araştırmacılar ve misyonerlerden oluşan gruplar göndermeye başladılar. Özellikle gayrimüslim ya da öyle saydıkları topluluklar hakkında daha ayrıntılı araştırmalar yapan bu gruplar tarihî gelişim süreçlerinin yanı sıra diğer dinlerle ve bilhassa Hristiyanlık ile ilişkilerini ortaya koydular. Yezidîler de ayrıntılı olarak araştırılan bu topluluklardan biri oldu. Böylece Avrupalı araştırmacılar klasik mezhep tarihçileri ve seyyahlara nispeten daha fazla bilgi edindiler ve bu araştırmacıların arasında çok az sayıda bölgeyi ve araştırılan topluluğun dilini iyi bilen Avrupalı araştırmacı objektif çalışma yürütebildi.

Macera, ganimet veya tebliğ çalışmaları için Doğuya gelen Batılılar çıkarları gereği yeteri kadar kanıtları olmadığı halde İslâmiyet’ten saptığını sandıkları toplulukları Hristiyanlığın bir mezhebi olarak gösterdiler. Misyonerlerin zaten haklarında fazla bilgi olmayan Yezidîleri Hristiyanlıkla ilişkilendirmeleri zihinlerin daha da karışmasına neden oldu.

Oryantalistlerin Yezidîlerin mizaçlarına dair kullandıkları aşağılayıcı tabirler aslında Batılıların Doğululara bakışını yansıtır. Fransız oryantalisti Roger Lescot bir çalışmasında[10] Yezidîleri cahil ve yavaş düşünmekle itham eder. Halk arasında Lezgin Ağa adıyla tanınan Lescot’un bu aşağılayıcı tavrı büyük olasılıkla 1832’de yaptığı Yezidî katliamıyla tarihe geçen Emîr Bedirhan’ın soyundan gelen Kâmuran ve Celâdet Ali Bedirhan kardeşlerle olan arkadaşlığından kaynaklanır.[11] Seyyah O.H. Parry de yerli halkı ‘çarpık bir dürüstlük anlayışına sahip’ ve ‘ahmak’ olmakla itham eder.[12]

20. yy.’ın son çeyreğinde bilhassa ilahiyat çalışmaları yapan araştırmacılar İslâmiyet’le ilgisi olmayan ya da artık kalmamış Yezidîliği İslâmî bir mezhep olarak tanıtmaya çalıştılar. Diğer yandan Avrupa’ya göç eden Yezidîler daha demokratik ve müreffeh ortamdan faydalanarak kendilerini ve kutsal metinlerini ifşa etmekten çekinmediler ve Kutsal kitapları Kitab-ı Cilve’nin daha ilk bölümünde geçen “…bunu da bu dinden olmayanların okuması caiz değildir” ayetini göz ardı edip Internet’te yayımladılar.

Geçmişle aralarında yalnızca sözlü bağın bulunması ve Yezidî olmayan araştırmacıların da çoğunlukla aleyhlerinde yazmaları Yezidîlerin dinlerinden ve geleneklerinden daha çabuk kopmalarına neden oldu. Birbiri üzerine bina edilen yanlışlar zamanla tarihî gerçekleri öylesine bulandırdı ki artık Yezidîler bile kim olduklarını ve inançlarını tam olarak bilmiyorlar.

[1] Menzel, Theodor Jeziden, 1911-2

[2] Yezidîler ‘Yezit’ adında hemfikir olmalarına rağmen bu kişinin kim olduğunu tam olarak bilmiyorlar.

[3] Lieblang, Helmut

[4] “Kurdistan und seine Bewohner”, Magazin für die Literatur des Auslandes

[5] Karl May’ın romanları (2000 yılından itibaren) Türkiye’de de yayınlandı. İki yayın arasında yüzyıla yakın zaman geçmesine rağmen romanların Yezidîler hakkındaki araştırmaların ivme kazandığı bir dönemde yayınlanması olumsuz etkinin devamına neden oldu.

[6] Romanında alafranga ve Müslüman bir Türk genci olan Hikmet Ali ile Arjantin’den memleketi Suriye’ye dönen Yezidî kızı Zeliha’nın tutkulu ilişkisini anlatıyor.

[7] Tori, W.

[8] aktaran: Andreasyan, Hrand D.

[9] Yörükân, Yusuf Ziya

[10] Lescot, Roger, 1938

[11] a.g.e.

[12] Guest, S.John, 1993; Parry, O.H., 1895

 

Yezidilikte Melek Tavus ve Temmuz – Mehmet Sait Çakar

Yezidîliğin gizli kalma nedenlerinden biri de ‘Melek Tavus’ kavramıdır. Melek Tavus’un tam olarak ne olduğunun anlaşılamamasından dolayı Yezidî inancını yorumlamak hayli zordur. Tavus kuşu doğu halklarının şiirlerinde güzelliğin, zarâfetin, nefâsetin, letâfetin ve daha birçok güzel kavramın eş anlamlısı olarak kullanılır. ‘Tavus-u Firdevs’, ‘Tavus-u Südre’ ve ‘Tavus-u Huld’ şeklinde de İslâm tasavvufunda oldukça meşhurdur. Hatta kimi zaman tavus lakap olarak da kullanılır.

F.M.Stead “Ali ilâhî dininin kollarından biri olan Tavusî veya Tavus fırkasının şeytana taptığını” zikreder ama B.Nikitine’ye göre ise bu daha çok Yezidî inancıyla mahiyeti tespit edilemeyen bir bağa delalet ediyor. Her ne kadar F.M.Stead bu inancın şeytan ile olan bağını alenen ortaya koyuyorsa da bu Tavus adının şeytanı simgelediğini göstermez. Ama Nikitine’nin düşündüğü bağ daha da ilginç, çünkü ona göre bu inancın ortaya çıktığı tarih olan 19. asrın son çeyreği aynı zamanda da Yezidî inancının modern anlamda tespit edildiği tarihtir.

Müslümanlara ve Hristiyanlara göre Melek Tavus şeytandır ve Yezidîlerin böyle bir külte inanmaları onların Müslüman, Hristiyan ve Musevîler tarafından tahkir edilmelerine nedendir. Ama Melek Tavus kavramının şeytan ile ilgisi her ne kadar tam olarak daha bilinmiyorsa da Yezidîler için değeri muğlaktır. Batılı araştırmacılarından R.Lescot Melek Tavus – Şeytan ikilisi konusunda eski İranî dinlerin kalıntılarına dikkat çekiyor. Ona göre kötülüğün kaynağı olan şeytanın şerrinden korunabilmek için insanlar onunla antlaşmayı tercih ettiler. Ama Yezidîlerce tapınılan ve müspet tasavvur edilen Melek Tavus daha bir menfî ve kötülüğün kaynağı olan Şeytan ile eşleştirilemiyor, çünkü Melek Tavus’a isnat edilen sıfatlar Melek Tavus kavramının kaynağının şeytanın kaynağından farklı olmasını gerektiriyor. Diğer yandan Yezidîler şeytanı sövmezler ve sövenleri de sevmezler. Bu da esas tezadı oluşturuyor ve ‘niçin’ sorusu burada öne çıkıyor ve bu tezat ayrıca şeytanın sövülememesinin cevabını saklıyor.

Lescot kitabında Cemil Ağa adındaki bir Yezidî’den aktardığına göre Muhammet Peygamber Allah katına çıktığında orada Allah’ın Melek Tavus ve diğer meleklerle yaptığı toplantıda konuşmak istemiş ama Melek Tavus buna izin vermeyip onu dünyaya geri göndermiş. Buna öfkelenen Muhammet Peygamber Melek Tavus’a şeytan demiş ve bu olaydan sonra Müslümanlar Melek Tavus’a şeytan demeyi âdet edinirler.

Yezidîlerin şeytanı yüceltmelerinin nedeni olarak yukarıda anlatılan hikâye bu inanç bilmecesini aydınlatmaktan çok uzak görünüyor. Yezidîlerin şeytanın mahiyetini değiştirip Allah’a yardımcı, hatta ona ortak kılmalarının nedenini hikâyelerden çok tarih ve dinde aramak gerekir.

Şeytanın Allah’ın emri olan Adem Peygamberin önünde secde etmemesi bazı düşünürler tarafından şeytanın Allah’a olan muhabbetinden kaynaklandığını ve topraktan yaratılan Adem’e secde etmeyi Allah’a şirk olarak kabul ettiğini iddia ederler. Bu yüzden şeytanın bu davranışını bir marifet olarak yorumlayan Ahmet el-Gazzali şeytanı muvahhidlerin efendisi olarak görür. (aktaran: El-Azzavi, Abbas; Timur Paşa, Ahmet)

Anadolu’daki Ali Allahî topluluğunda şeytan kötülüğü temsil etmez, aksine şeytanın Allah’a olan muhabbetinden dolayı bir insanın önünde eğilmemesi onu değerli kılıyor. Zira şeytan Allah’a olan şiddetli sevgisinden dolayı hata etmiş ve günaha girmiştir. Ama reenkarnasyon yoluyla dünyaya gelen Muhammet Peygamberin damadı Ali’nin kölesi Kamber olarak beden aldı. Bu topluluğun şeytana bu bakışı Yezidîlerinkinden daha çok farklı olmasa da bu Yezidîlerle aralarında direkt bir bağın olduğunu göstermez.

Genelde menfî bir anlama sahip şeytan kelimesinin kökeni belirsiz. Bazı dilbilimciler bu kelimenin kökeni Habeşçe olarak gösteriyorsalar da Nöldecke bu kelimenin Muhammet Peygamberden önce cahiliye dönemi Arapları tarafından kullanıldığını bildirir. Kelimenin anlamı ve yapısı hakkında da dilbilimciler hem fikir değiller. Bu ihtilafın nedeni kelimedeki ‘n’ harfidir. Birinci gruba göre ‘şeytan’ kelimesinin esasında ‘n’ harfi yoktur ve ‘yanmak, helâk olmak’ olan ‘ş y t’ kökünden gelir. Kelimeyi böyle yorumlamalarında İslâmiyet’teki şeytanın ateşten yaratıldığı kanısı etkinidir (K-K. A’raf 12, Sâd 76). Onlara göre bu kökten türetilen ‘taşaytana’ fiili ‘şeytan gibi hareket etmek, atik olmak ve çevik olmak’ anlamındadır.

İkinci grup ise ‘n’ harfini şeytan kelimesinin üçüncü harfi olarak kabul eder ve onlara göre kelimenin vezni de ‘fay’al’ olup ‘ihtilaf etmek, toprağa karışmak, iple bağlanmak ve uzak durmak’ anlamındadır. Kur’anıkerim’de geçen ve bu kelimenin çoğulu ‘şayatin’ ‘Allah’tan ve rahmetinden uzak’ anlamında kullanılması bu grup araştırmacılar için yeterli bir delildir.( Bu konuda bilhassa K-K. Bakara 102, En’am 71, 112, 121 A’raf  27, 30, İsrâ 27, Meryem 68, 83, Enbiyâ 82, Mü’minûn 97 ile alalade her hangi bir Türkçe açıklamalı K-K.’de bu konuda daha fazla ayetlere ulaşılabilir.) ‘Şeytan’ kelimesinin Kur’anıkerim’de sıfat olarak rastlanılması anlam bakımından bu araştırmacıların fikrini destekliyor. Örneğin şeytanın İbrahim Peygamber tarafından taşlanmasından dolayı ‘racîm’ yani ‘taşlanmış, kovulmuş’ olarak da kullanılması bu iddiaya bir delildir.( K-K. Âl-i İmrân 36, Hicr 17, 34, Nahl 98, Sâd 77, Tekvir 25)

Belagat ve hitabet konusunda daha cahiliye devrinde pek ileri olan Arap şairleri için şeytan sadece kötü bir kavram olarak bilinmiyordu. Şeytan onlar için bir mürşitti. Her türlü edebî eserlerini onun vasıtasıyla vücuda getiriyorlardı. Bu fikir öylesine revaçtaydı ki İslâmiyet’in gelmesi bile bu cahiliye fikrini bertaraf edemedi. Hatta daha da ileri gidilip Muhammet Peygamberin de kendileri gibi Kur’anıkerim’i aynı şekilde yazdığını iddia ettiler. (Bu konuda K-K. Şûarâ süresinde ayrıntılı bilgi verilmektedir.) Şairler hoşlanmadıkları bir kişiyle karşılaştıklarında “şeytanım beni daha terk etmedi” diyerek sanatlarında ne denli güçlü olduklarını gösterirlerdi. Arapçadaki bu deyim çevre dillere de geçmiştir. Türkçede bilhassa zar ve iskambil oyunlarında “şeytanın bol olsun” tabiri de buradan gelir. Şairler şeytanın yokluğu ile yaratıcılıklarını kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Rivayete göre Arapların büyük şairi Züheyr ile karşılaşan Muhammet Peygamberin şeytan için söylediği “Allah bizi onun şeytanlıklarından uzak tutsun” duası şairin bir daha şiir yazmamasına neden olmuş.(Goldziher, Ign.)

Arap şairleri arasında bir mürşit olarak şeytan fikri İslâmiyet ile birlikte etkisini kaybetmiş olsa da Arap düşünürü Ebû ‘l ‘ala el-Ma’ari’nin devrine kadar bu fikrin hâlâ canlı olduğu görülüyor. El-Ma’ari Basralı bir dostuna yazdığı mektupta her şairin bir şeytanı olduğunu ve şiirini onun ağzından okuduğuna dair düşüncesinin Araplar arasında hâlâ yaygın olduğunu ve ileri giderek Arapların kendi aralarında şeytana birçok isim verdiklerini yazmıştır. (Goldziher, Ign.)

Şeytanın mürşit olan yönü mutasavvıfların düşüncelerinden kaynaklanıyor. El-Hallac-ı Mansur Şeytanı insana secde etmemesini lehinde yorumlanır. Bunu da umumiyetle vahdaniyeti zedelemek konusunda çok titiz davranan sûfî temayülünün bir tezahürü olarak saymak mümkündür. Bu sûfîyâne fikirlerin sonradan Yezidîlerin şeytana olan muhabbetlerini ve aşırı bağlılıklarında etkili olduğu ileri sürülür.(El-Azzavi, Abbas; Timur Paşa, Ahmet)

R.Lescot’a göre Şeyh Adî’nin Bağdat’ta öğrenim gördüğü sırada bu fikirden etkilenmiş ve Hakkâri dağlarındaki zaviyesinde Adeviyye tarikatını kurarken bu fikri de yaymıştır, ama Şeyh Adî’nin ölümünden sonra tarikatın cahil sempatizanları arasında bu fikrin değişerek şeytanın Allah’a yardımcı bir melek sıfatını kazandığını belirtir.

Şeytanın mahiyetinin değiştiğine dair ‘Birik el-Aşğar’ efsanesinde Yezidîlerin atası Birik adındaki biri anlatılıyor. Bu adamın gözlerinden, burnundan, ellerinden ve ayaklarından çektiği ağrılardan dolayı yedi yıl boyunca ağlar ve gözyaşlarını bir sarı bir kavanoza toplar. Birik öldüğünde bu kavanozu cehenneme atar ve böylece cehennem ateşi söner (Çöl, İsmail Bey). Efsanede cehennemin sönmesi bir nevi kötülüğün son bulduğu anlamındadır. Kötülüğün olmadığı bir yerde de şeytana yeni bir kimliğin verilmesi gerekir. Mushaf Reş’teki yaratılış hikayesine bakılırsa Adem’in istikbali konusunda şeytan Allah’ın bilgisi dahilinde hareket etmiştir. Şeytan Allah’ın arzuladığı halkı yaratabilmek için Adem’i cennetten çıkarıyor.(Bak. Mushaf Reş)

Melek Tavus hakkında nakledilen rivayetler onu daha da ilginç hale getiriyor. El-Haseni tarafından nakledilen bir rivayete göre Melek Tavus ilk insan olan Adem’i toprak, su ve ateşle biçimlendirir. İslâmiyet’e göre bu işi Cebrail gerçekleştirir. Lescot tarafından aktarılan bir başka efsaneye göre Adem’e ruhu üfleyen Melek Tavus’du. Oysa İslâm literatüründe Adem’e ruhu üfleyen Allah’dır. Burada Melek Tavus kimi zaman Allah’ın yardımcısı iken kimi zaman da Allah’ın kendisi olarak ortaya çıkıyor.

Lescot tarafından nakledilen bir başka rivayette Melek Tavus bir kuş olarak tahayyül edilir. Efsaneye göre ezelde dünya suyla kaplıydı. İnsanın henüz yaratılmadığı bir zamanda Allah bir ağaç yaratır ve bu ağacın kökleri suyun altına ve dalları ise göğe uzanır. Allah bir kuş sûretinde bu ağacın üzerinde tüner. Bu sırada tüm dünyayı dolaşarak ve tüneyebileceği bir yer arayan kuş şeklindeki Melek Tavus bu ağacı görür ve tünemek ister. Melek Tavus’un ağaca yöneldiğini fark eden Allah onu gagalayarak ağacından uzak tutar. Bir süre sonra Melek Tavus tekrar Allah’la karşılaşıyor. Allah bu defa kendi sûretinde olduğundan Melek Tavus onu tanır. Allah Melek Tavus’a “gezdiğin dünyada bir şey gördün mü?” diye sorar Melek Tavus da o ağacı ve o ağaçta tünemesine izin vermeyen kuştan başka bir şeyin olmadığını anlatır. Bunun üzerine Allah tekrar aynı ağaca gitmesini ama bu defa aynı kuşa sen yaratan ben de yaratılanım demesini ister. Melek Tavus ağaca döndüğünde kuş sûretindeki Allah bu defa Melek Tavus’un ağaçta tünemesi izin verir. Efsaneye göre Allah daha ezelde kaim iken bile Melek Tavus’un mevcuttu ve Melek Tavus o zaman Allah’a yardımcı bir Melek olmaktan çok bağımsız bir ilah halinde tasvir edilir. Kuş şeklinde tasvir edilmiş olsa da bu kuşun ezelde yaşıyor olması kişiliğini daha bir gizemli hale sokar. Bu yüzden “Melek Tavus” kavramının etimolojisi ve din-tarih ile alakası bu halkın ve inancın daha iyi tanınmasını sağlayacaktır.

Melik’den çok Melek olan yani kral, yönetici ve reisten çok muktedir, azim ve güçlü anlamlarına gelen bu unvan Melek Tavus’un mahiyetine dair bilgi veriyor. Ama ‘Tavus’ kelimesinin kendisi tarihin karanlığında kaybolmuş ve bir çok sabık inancın kalıntılarını içinde barındırıyor. Bunun için Melek Tavus ya da Şeytan kavramının Yezidîler için anlamını çözebilmek için Orta Doğunun tanrılarında Temmuz tanrısını tanımak gerekir.

Tavus kelimesinin etimolojisi incelendiğinde Temmuz’dan geldiğine dair kaynaklarla karşılaşılır. (En-Nedim, Muhammet Bin İshak) Temmuz kelimesinin Kürtçe ya da diğer Yeni İran dillerine geçişinde ‘m’ sesinin ‘v’ sesine dönüşmesi dilbilgisi kuralından kaynaklanır. Ama bu ilişki ne kadar şeklî de olsa yeni halinin ‘Temmuz’ tanrısının özelliklerinden bağımsız olmasını gerektirmiyor. En-Nedim Temmuz tanrısının Harran’a Babil ya da Asur kültüründen geçtiğini iddia ediyorsa da Temmuz Suriye, Lübnan ve Kıbrıs ile daha ilişkilidir. (Baudissin, Wolf Wilhelm Grafen)

Efsaneye göre Temmuz adlı bir çoban güzelliği dillere destan Belti adlı kadını sevmiş. Belti babası Herakles, annesi Arnis ve kocası Hephästos’u Kıbrısta bırakıp Temmuz ile Lübnan dağlarına kaçmış. Herakles kızının yoldan kaçmasından sonra ona Estra adını vermiş ve yedi yıl boyunca ardından ağlamış. Kocası Hephästos onları Lübnan dağlarına kadar takip etmiş ve Temmuz’u yakalayıp öldürdükten sonra kendisi de bir yaban domuzu tarafından parçalanarak öldürülmüş. Belti de bu ıstıraba dayanamayıp cesetlerin başında ölmüş. Bunu duyan babası Herakles orada bir cenaze merasimi yapmış.

Efsanenin geçtiği yerler Babil’in çok uzağında ve bu hikayeyi ilginç kılan unsur Temmuz’un bir çoban olmasıdır. Yezidîlerin koyun ve keçileri ihtiram etmeleri ve onları (adını vermedikleri) bir peygamberlerinin sürüsünden sayması bu inancın eski Harranî kalıntılar taşıdığını gösteriyor.

Yezidî inancında Azâzîl, İblis ve Şeytan – Mehmet Sait Çakar

Eski Antlaşmanın yalnızca bir bölümünde dört defa geçen Azâzîl kelimesi (E.-A., Levililer 16 : 8, 10, 26) tarihî olarak kendinden sonra gelen ne Yeni Antlaşmada ne de Kur’anıkerim’de geçiyor. Dışarıdan ilk bakıldığında basit bir imla hatasına benziyor olsa da aslında bu kelimedeki anlam yoğunluğu Yahova’ya, Eloha’ya ya da Allah’a hatta Şeytana yüklenen anlam kadardır.

Melek Azâzîl hakkında kutsal metinlerden bir tek Eski Antlaşmada biraz bilgi bulunuyor. Yalnızca ‘Kefaret Günü’ münasebetiyle yapılan törende adı geçen Melek Azâzîl’e bu törende olağanüstü bir görev yüklenir. Bu merasimde rahip iki genç teke alıp bunları kur’a yöntemiyle birini Yehova’ya diğerini de Melek Azâzîl’e kurban eder. Yehova’ya kurban edilecek teke hemen boğazlanmasına rağmen Azâzîl’e kurban edilecek teke ise çöle bırakılırdı.( E.-A., Levililer 16 : 6-10)

Apokrif eserlerden Enoh Peygamberin Kitabında geçen Azâzîl ise Hermon dağına inen 200 meleğin reisi olarak geçmektedir (Enoh Peygamberin Kitabı 6. Bölüm ve 69. Ayet.). Bu melekler insan kızları ile birleşerek Nefilim denilen iri insanların doğmasına neden olmuştur. Dünyaya kötülük saçan bu iri insanlardan (E.-A., Tekvin 6 : 1-9) hoşnut olmayan Allah Melek Rafael’i bu sorunu halletmesi için dünyaya gönderir. Melek Rafael son olarak Azâzîl adındaki günahkâr olan meleklerin reisinin ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra çölde bir çukura atar ve böylece Melek Azâzîl Allah tarafından kıyamete kadar orada kalmakla cezalandırılır.(Enoh Peygamberin Kitabı 10:4-6)

Kıyamete kadar özgürlüğü sayıklayacak ‘günahkâr melek’ efsanesi Yahudiler arasında olduğu kadar Araplar arasında da meşhurdur ve çölden kervanlarıyla geçerken Melek Azâzîl’in gazabına uğramamak için çöle bir teke salıvermekle onu teskin etmeyi amaçlarlar. Bu efsane Yahudîlerden Araplara geçmiş olabileceği gibi ortak kaynaktan da olabilir.

Azâzîl hakkında bu denli çok şey yazılmasına rağmen onun kişiliği hakkında yine de bazı şüpheler var. Kimine göre o sadece çöldeki bir yerin adı, kimine göre de o bir kötü bir cin ya da bir başka şeytan.( Unger, Merrill F.). Bu efsanedeki en önemli nokta Yahudilik gibi Tek Tanrılı bir dinde bir kur’a yöntemiyle seçilen tekenin kurbanıdır. Burada Allah ile Azâzîl arasındaki her hangi bir kudret farkının ortaya konulmamasıdır. ‘Çölün Sahibi’ ya da ‘Çölün Şeytanı’ olarak farz edilen Azâzîl Allah ile aynı kurbana ortak görünüyor. Şirk olarak yorumlanabilecek bu davranışla aynı zamanda Azâzîl’in nasıl da ihtiram edildiği görülmektedir.

Hallâc-ı Mansur’a göre Azâzîl “hem göklerde hem de yerde dâî idi, gökte meleklere dâîlik yapmaktaydı” yani Azâzîl gökte meleklere iyiyi ve doğruyu gösterirken yerde de insanlara çirkinlikleri ve kötülükleri göstermektedir. Ona göre “İblis’in adı onun isminden türemişti; sonradan Azâzîl şeklinde değiştirildi”. Hallâc-ı Mansûr Azâzîl’i övmede daha da ileri gidip adındaki her harfin anlamını şu şekilde yorumluyor; عزازيلع yani “İblis’in gayesinin ululuğu”, → ز yani “himmetinin ziyadeliği”, → ا yani “ülfetinin büyüklüğü”, →ز yani “zühdünün derinliği”, → ي yani “kendi ululuk ve yüksekliğinde sığınması” ve → ل yani “ıstırap ve imtihanındaki mücadelesi”.

Hallâc-ı Mansûr Azâzîl’i yani İblis’i bu denli övmesinin nedeni şeytanın üstü kapalı olarak yüceliğini, Allah’a olan aşkını ve onun dışında bir başkasına niçin secde etmediğini göstermektir. Ona göre İblis’e Azâzîl denmesinin nedeni kendi saltanatından azledilmiş olmasından kaynaklanıyor.( İslâm Ansikleopedisi, M.E.B. “Azâzîl Maddesi”; İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı. “Azâzîl Maddesi”; Hallâc-ı Mansûr)

İbranîcede “Allah’ın güçlendirdiği” anlamına gelen Azâzîl adı Musevî metinlerinden Levililer ve Enoh Peygamberin kitabında geçiyor ve bu iki kitaptaki Azâzîl nitelemesi farklı. Enoh Peygamberin kitabında kıyamete kadar cezalı olan Azâzîl’den çöldeki yolcuların korkması, hikayedeki kötülük timsali olan çöl şeytanının aslında Azâzîl olmaması muhtemeldir, çünkü Levililerdeki ayette ona kurban sunulurken rahibin şeytana da Allah’a sunduğu kurbanın aynısını sunması beklenemez. Gerçi bu rahibi ya da inancı şirkten kurtarmasa da Azâzîl’e dair tarifteki eksikliğe delildir.

Hristiyanlık öncesi Musevîlikte cehennemin daha şekillenmediği göz önüne alındığında modern anlamda ve ancak bilahare Hristiyanlar ve Müslümanlar tarafından tarif edilen cehennem ile Azâzîl’i ilişkilendirmek hatalı olur. Çünkü Musevî inancında ‘cehennem’ yerine ‘dönüşü olmayan bir ülke’ vardır. Eski Antlaşmada “Bütün yaşayanların toplanacağı eve götüreceksin”( E.-A. Eyub 30 : 23) şeklinde bu yerin son durak olduğu anlatılıyor. Bu yerin özellikleri ise cehennemden daha farklı. Cehennem acının ve azabın yeri iken burası “sessizlik ve unutma toprağı” ve “kıvamsızlıktan ve boşluktan oluşur: karanlık ve toz onun özellikleridir.”( aktaran: Messadié, Gerald) Bu özelliklere bakıldığında Azâzîl’i cehennem ile ilişkilendirmek hatalı olur onu daha çok cinlerle ya da meleklerle ilişkilendirmek doğru olacaktır.

Enoh Peygamberin kitabındaki Azâzîl bir melek olarak anlatılıyor ve bu melek “insanlara kılıç, bıçak, kalkan, zırh ve ayna yapmasını öğretti; bilezik ve süs eşyası yapmasını, resmetme sanatını, kaşları boyamayı, değerli taşlar kullanmayı, her türden boyamayı öğretti, öyle ki dünya kötü oldu.”(aktaran: Messadié, Gerald) Melek Azâzîl’in bu öğretici özellikleri dışında “Gökyüzünde olup biten her şeyi yeryüzünde açık etmiştir”(aktaran: Messadié, Gerald). Bu yüzden Allah’ın hışmına uğruyor çünkü asî biri olan Azâzîl’in bu özelliği İblis’i hatırlatsa dahi İblis ve Şeytan ile Azâzîl arasında kesin bir bağ bulmak zor olsa da bu kavramlar farklı kaynaklara ama ortak özelliklere sahipler.

Yezidîlerin Azâzîl’i bir melek olarak kabul etmesi ve Yezidî terminolojisinin İslâm kaynaklı olması kullanılan kavramların o dönem için meşhur ve maruf anlamları önemlidir. Kutsal metinlerinden Kürtçe olan nüshanın dışındaki tüm diğer nüshalarda Arapçayı kullandıklarından kavramların kökenlerinin Arabî olmasa da anlam çerçevelerinin Kur’anî olmasını gerektiriyor. Buna istinaden meleklerin fıtratına dair Kur’anıkerim’de geçen “…, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (K-K. Tahrim 6) şeklindeki ayet bir asî meleğin olamayacağına göre bu asînin başka bir şey olmasını gerektiriyor. Nitekim Kur’anıkerim’de “Hani biz meleklere: «Adem’e secde edin. » demiştik; İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi.”(K-K Kehf 50) denmektedir. Aynı meseleye dair Taberi’ye göre ise “Önceleri cinler yeryüzünde oturuyorlardı. Fakat aralarında kan dökülecek kadar düşmanlıklar baş gösterdi. Bunun üzerine, Allah daha o zaman Azâzîl ya da al-Hâris ismini taşıyan İblis’i, bir takım meleklerle birlikte, kavga etmekte olan cinlere karşı gönderdi ve cinler dağlara püskürtüldü”.(Taberi, Muhammed b. Cerîr)

Taberi İblis ile Azâzîl’in aynı şahsiyet olduğunu ileri sürerken Kur’anıkerim’de İblis ve Şeytan aynı şeyi temsil etmesine rağmen iki farklı şahsiyet gibi geçiyor. Azâzîl ile bu iki şahsiyet arasındaki bağ hâlâ çözümsüzlüğünü korumakta, çünkü İblis Şeytan’ın has ismi olarak biliniyor. Bu kelimenin kökeninin Yunanca diabolos (διαβολος) olduğu düşünülüyorsa da Arap dil bilimcileri bu kelimenin aslında ümitsiz olmak anlamına gelen bls kökünden geldiğini düşünüyorlar. Adem’in yaratılışı ve cennetten kovuluşu iki farklı hikaye olmasına rağmen Kur’anıkerim’de bu hikayeler iç içe anlatılır ancak kahramanların farkı da vurgulanır. Yaratılış hadisesinde ilk insan olan Adem’e secde etmemekle Allah’a asî olan İblis iken (K-K Bakara 34; K-K Hicr 31; K-K İsrâ 61; K-K Kehf 50; K-K Tâhâ 116; K-K Sâd 74-75;) cennetten kovulma hadisesindeyse müsebbip olarak şeytan zikredilmekte.(K-K. A’râf 27; K-K. Tâhâ 120)

Bununla ilgili olarak hem Kur’anıkerim’deki “Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan tepetaklak oraya (cehenneme) atılırlar.”(K-K. Şuarâ 94-95) Yeni Antlaşmadaki “…. Ey lânetliler, benim yanımdan İblis ve onun meleklerine hazırlanmış olan ebedî ateşe gidin” (Y.-A. Matta 25: 41.) ayetler İblis’in ve saliklerinin kıyamet günündeki hallerine dair sanki ortak bir açıklama yapıyorlar. Bu iki kutsal kitabın İblis’e karşı tutumları Yezidîliğe karşı tutumlarını da yansıtıyor. Yezidî inancında önemli bir yere sahip olan İblis – Azâzîl – Şeytan üçlüsü az çok Hristiyanlıktaki Teslis akidesini hatırlatsa da Yezidîler bu kavramları birkaç hayvanla ilişkilendirerek farklarını ortaya koymaktadırlar. Bu hayvanlar Tavus kuşu ve yılandır. İnanışa göre İblis cennete girebilmek için tavus kuşu ve yılandan istifade etmiş. Buna göre İblis önce cennet kapısında gördüğü tavus kuşuyla arkadaşlık etmiş ardından ona eğer kendisini cennete sokacak olursa ölümsüzlüğün anahtarı olan üç kelimeyi vereceğini vaat eder. Tavus kuşu İblis’in bu isteğini gerçekleştirmekten çekinerek kendisi gibi rahatlıkla cennete girip çıkabilen yılana anlatır. Teklifi beğenip kabul eden yılan İblis’i ağzına alarak onu cennete sokar ardından İblis Adem ve Havva’yı kandırarak cennetten kovulmalarına neden olur. Onlarla birlikte tavus kuşu ve yılan da kovulur. Dört ayaklı yılan Allah’ın hışmına uğrayıp ayaklarından olup ömrü boyunca sürünmeğe mahkûm edilir.

Yezidilik Ne Değildir? – Mehmet Sait Çakar

Yezidiliğin ne olduğunu anlamak için Yezidiliğin ne olmadığını ya da ne olamayacağını bilmek gerekir. Yezidiliğin ne olmadığı tespit edilirse kalanın arasından Yezidiliği ayıklamak daha kolay olur.

İslâmiyet’in ilk asrından itibaren mezhep ve fırkaları sistematik olarak tasnif ve tarif ederek tarihçelerini aktaran kitaplar yazıldı. Bu dönemin araştırmacılarından El-Bağdadî, El-Hanefî, İbn-i Teymiye ve Şehristanî Yezidîlere dair bilgi veren alimlerdir.

El-Bağdadî Yezidîliği Haricîlerin İbadiye kolundan ayrılan ve Yezit bin Ebû Uneyse tarafından kurulan bir mezhep olduğunu iddia ederek kurucusunun adından dolayı Yezidîyye olarak adlandırır. Yezit b. Ebû Uneyse’ye izâfe edilen bu fırkayı zaman zaman Nükkâriye fırkası için de kullanılan Yezidîyye ile karıştırmamak gerekir. Yezit b. Ebû Uneyse’ye göre Allah Arap soyundan olmayan birine peygamberlik görevini verip ardından yeni bir kitap gönderecektir. Ancak Uneyse’nin bu görüşü yeni bir düşünce değildi. Aynı dönemde zaten var olan Vehbiyye fırkası da kendilerini Arap kabul etmeyen Berberîlerin üstünlüğünü esas almaktaydı. Böylece Arap soyluluğuna muhalif Müslüman topluluklar arasında bu fikir rağbet gördü.

Yezidîyye olarak da bilinen Nükkâriye fırkası kendisi gibi İbâziyye’nin bir kolu olan Vehbiyye fırkasından sonra en fazla taraftara sahip topluluktu. Müritleri Tâher Rûstemî’nin imâmetini inkâr etmelerinden dolayı bu adla tanındılar. Nükkâriye fırkası zaman zaman Şa’biyye ya da Mistâve olarak da anıldı. Ancak topluluğun üyeleri kendileri için Mahbûbiyyûn adını kullanmayı tercih ettiler. Fırkanın kurucusu Ebû Ammâr Abdûlhamid el-A’mâ ve ardından ‘gerçek müminlerin şeyhi’ sıfatıyla Ebû Yezit ve Mahled bin Keydâd imam seçildi. Kendilerine has fikirleriyle İbâzî düşüncesinden ayrılan Nükkâriye fırkası 10. yy.’da Kuzey Afrika’da etkin bir rol aldı.

İlâhî sıfatların mahlûk olduğunu, imâmetin farz olarak kabul edilemeyeceğini, efdâl varken mefdûlün (daha iyisi varken iyinin) imam sayılamayacağını, zâlim idarecinin arkasında namaz kılınamayacağı savunan bu düşünce Allah’ın nâfile ibadetleri emretmediğini ve takîyenin geçerli olduğu durumlarda içkinin içilebileceğini ileri sürer.

El-Hanefî’nin tarif ettiği Yezidîyye fırkası ise kadınların imametini ve lidere isyanı caiz görür. El-Hanefî fırkanın kurucusu olarak Şeyban bin Seleme ve Şebib bin Yezit bin Nuaym eş-Şeybanî’yikabul eder.

Bu fırkaya göre lider yanlış şeylerin yapılmasını istiyor ya da toplumu felakete sürüklüyorsa isyan caizdir. Yezidîyye fırkası, kadınların da lider olabilmesine olanak sağlayan özelliği ile mevcut dinî yapıya ve geleneğe başkaldırır.

Yukarıda bahsi geçen görüşlerin dışında Yezidîler ‘zındık’ olarak da kabul edildiler. Arapçada ‘kurnaz, keskin zekâlı, ince düşünceli’ anlamlarına gelen bu kelimenin aslı Farsçadır. Arapçada menfi bir anlamı olmamasına rağmen İslâm Ceza Hukukunda ‘Müslüman gibi görünen’, ‘aynı anda hem İslâmî hem de gayri islâmî fikir sahibi’ ve ‘Allah’a ve herhangi bir dine inanmamakla beraber bunu gizleyen kişi’ demektir. Zaten daha İslâm öncesi Arap – İran kültürel etkileşimin sonucu Araplar her tür İranî inançları ve bunların sâliklerini ‘zendîk’ olarak tarif ediyorlardı.

Zındık kelimesi ‘zinde-kâr / zinde-kerd’ sözcüklerinden oluşur. ‘Zend’ Zerdüşt’e ait ‘Avesta’ kitabının yorumu demektir. Mani’in bu kitabına ayrıca ‘Zend Avesta’ denir ve yorumları esas kabul edene de ‘Zendî’ denir. Araplar da bu kelimeyi zamanla ‘Zındık’ olarak telaffuz ettiler ve bununla önceleri yalnızca Manileri tarif etmişseler de zamanla İslâm ceza hukukunda anlamı gereğinden fazla genişletilerek âlimler tarafından saldırı aracı olarak kullanıldı. Bu kavram her ne kadar âlimler tarafından yeniden tanımlanmış olsa da kendileri bile tariflerine sadık kalmayarak her nevi kâfir ve münafığı zındık olmakla suçladılar. Hatta bazı İslâm alimleri daha da ileri giderek kendileri gibi düşünmeyenleri bile ‘zındık’ olmakla itham etmiştir.

Klâsik mezhepler tarihî araştırmacılarının dışında seyyahlar da Yezidîlere dair bilgi verdiler. Bu seyyahların en meşhurlarından Evliya Çelebi’nin 17. yy.’da yaptığı gezilerin bir durağı da Sincar Dağlarıydı. Gerçi Evliya Çelebi Sincar Dağlarına çıkmamış olsa da Yezîdilerin ne olamayacağına dair oldukça ayrıntılı bilgiler verir;

“Sencar’ın bir tarafına Saçlı Dağı denmesinin sebebi, bütün halkının kadın gibi fitil fitil saçlı olmasıdır. Gayet pis ve pinti bir toplumdur. Başlarında bit ve pîre yuva yapmıştır.”

Mübalağaya düşkünlüğü ile tanınan Evliya Çelebi’nin Yezidîleri görmeden duyduğu dedikoduları gerçekmiş gibi anlattığı Seyahatnamesinde de Yezidîlerin hakir görülmesinde etkili olur;

“Halkın çoğu kısa boylu, başları kele yakın, boyunları yok gibi, sanki başları hemen omuzdan bitmiştir. Amma omuzları geniş, göğüsleri enli, kemerleri kalın, pazıları ve baldırları boğun, ayakları geniştir. Gerçi Ferhat gibi güçlüdürler amma iyi ata binemezler. Gözleri siyah ve yuvarlak, kaşları gayet gürdür. Bunlara diğer Kürtler ‘Sekiz Bıyıklı’ derler. Zira ikisi bıyığı, ikisi kaşı, ikisi burun deliğinden çıkan ve diğer ikisi de kulak deliklerinden çıkanlardır. Vücutları kara koyun pöstekisi gibidir. Ağızlarına pabuç sığar. At dişli adamlardır. Çocukları on yaşını geçince ve yirmisinde, vakti geçmiş yiğit gibi tüylenirler.

Kadınlarının elbiseleri topuklarına iner. Tam bir sene karınlarında çocuğu taşımayınca doğurmazlar.”

Gerçi Yezidîlerin uzun saçlı olmaları ve bazı kastlarda saç sakal tıraşının makbûl olmaması Evliya Çelebi’yi bir nebze haklı çıkartsa bile ‘Sekiz Bıyıklı’ tarifi pek de aklıselim bir düşünce değildir. Benzer şekilde İranlılar çok kıllı olduklarını düşündükleri Lurlar için ‘saç madeni’ anlamındaki ‘maden-î riş’ tabirini kullanırlar.  Evliya Çelebi’nin Yezidîlerin bazı alışkanlıkları hakkında verdiği bilgiler ise daha da ilginçtir;

“Çocuklarına önce siyah köpek sütü verirler. Bunların ülkelerinde bir köpeğe bir taş atsan, o taşı atana aman zaman vermeyip öldürürler. Zira büyük küçük hepsinin de evlerinde beşer onar köpekleri vardır. Yemeği önce köpeğe verirler. Onu doyurduktan sonra kendileri yerler. Köpekleri ile birlikte yatarlar. Bin kuruşa, on katıra bir siyah köpek satın alırlar.

Bu diyarda bir köpek doğursa şenlik yaparlar. Bir siyah köpek ölse, soğan suyu ile yıkayıp kefenleyerek ahlıya vahlıya köpek mezarlığına götürürler. Ölen köpeğin canı için yaşayan köpeklere koyun kebabı verirler.”

Evliya Çelebî’nin bu sözlerini teyit eder mahiyetteki bir başka rivayet R.Lescot’a ait. Zira Sincar’da Ali-ye Çermikî kabilesinden biri Halife kabilesinden birinin köpeğini öldürmüş ve bunun üzerine Halife kabilesinden köpeğini kaybeden adam ‘kana kan’ gereği köpeğinin katilini öldürünce bu iki kabile arasında kan davası çıktı.

Köpeklerin önemine dair Evliya Çelebi’den başka arkeolog Oktay Belli Urartu mezarlarında yaptığı kazı çalışmasında köpek mezarları buldu. Van’da M.Ö. 9.-7. yy.’da Urartu beylik merkezi olan Yoncatepe Kalesinde Urartulardan kalma 8 mezardan insan iskeletleriyle beraber köpek iskeletleri de çıktı. Oktay Belli’ye göre Urartular sürülerin güdülmesinde köpek insana yardımcı olduğundan kutsal sayılıyordu ve öldüğünde de insanlara ait mezarlara dinî törenle gömülürdü.

Evliya Çelebi, Yezidîlerin yemek alışkanlıklarına dair verdiği bilgilerde de mübalağaya kaçar;

“Bu Kürtler soğan ve peyniri daima koyunlarında gezdirirler. Bir kimse bunların yanında bir soğanın başına yumruk vurup ezse, o kimsenin başını da onlar ezip öldürürler. Şurası gariptir: Bunlardan zengin bir kimse ölse, o adamı soğan suyu ile yıkayıp kabrine de soğan dikerler. Bütün ölülerinin kefenine mutlak köpek yünü katmak adetleridir… Bu hallerini nice kereler sordum, doğru olarak vermeyip ‘pivas hoş est’ yani ‘soğan iyidir’ dediler. Bu bir darbımesel olmuştur: Bir Kürd’e sormuşlar, ‘Hükümdar olsan ne yersin?’ diye. Cevap olarak: ‘Soğan cücüğü yerim’ demiş. Hakikaten Kürtler soğanı sevip ‘güzel! güzel!’ der. Şu da gariptir: Bu Kürtlerin çevresine bir çizgi çizsen, o çizginin dışına çıkmaları imkânsızdır. Ancak biri gelip o yuvarlak çizginin bir tarafını bozarsa o çizgiden dışarı çıkar! Yoksa o çizginin içinde öleceğini bilse dışarı çıkmaz.”

Tarafsız bir gözlem yapmayan Evliya Çelebi, Yezidîlere düşman komşularının fikirlerini kayda almakla yetindi. Bu açıdan bakıldığında Evliya Çelebi ile Karl May arasında yalnızca zaman farkı söz konusudur. Her ikisi de Yezidîleri yerinde incelemeden tanıtarak duygularını ve dolayısıyla toplumu yanlışa sürüklediler.

Kutsal Kitapların Yazarı ve Yapısı – Mehmet Sait Çakar

Şeyh Adî tarafından bizzat yardımcısı Şeyh Fahrettin’e dikte edilen Kitab-ı Cilve kitap toplam bir mukaddime ve beş bölümden oluşuyor. Her bölümde Şeyh Adî’nin kendisi anlatıcı konumunda. Bu kitabın esas nüshasının Isya Joseph’e göre Beşika köyünde oturan Molla Haydar’ın evinde bulunmakta. Y.S.Kartsov çevirmeni vasıtasıyla Yezidîlerin ruhanî lideri Şeyh Nasır’a kutsal metinlerini sorduklarında da Yezidîler arasında bu metinleri okumaya yetkili tek kişinin Molla Haydar olduğunu öğrendi.(Browski, L. E.) Theodor Menzel’e göre Molla Haydar bu kitabı yılda iki kez Şeyh Adî’nin mezarına götürmekte(Menzel, Theodor, 1911). verdiği bu bilgiler karşın Mustafa Nuri Bey (Nuri Bey, Mustafa) bu kitapların kaybolduğunu iddia ediyor.

Mushaf Reş’in yazarının 14. yy. yaşamış Hasan el-Basrî olarak bilinir. Bu kitabın esas nüshasının Dicle nehrinin doğusunda bulunun Kasr-ı İzetttin adlı yerde Kahya Ali adlı birinde bulunuyor.(Joseph, Isya, 1909; Joseph, Isya, 1919; Menzel, Theodor, 1911)

Fasıllara taksim edilmemiş bu kitabın daha çok Yezidî hikayelerini içermektedir. Yaratılış, Cennetten kovuluş, tufan, Yezit b. Muaviye’nin doğuşu anlatan hikayelerinin yanında bazı helal ve haramları, ibadetlerine dair bilgiler, sancaklara ve bayramlara dair bilgi içermektedir.

Mevcut Kitab’ı Cilve nüshaları arasında büyük farklar olmasa da Mushaf Reş nüshalarının arasında epey fark bulunmaktadır. Bunun dışında ekseriyeti Arapça bulunan nüshalar ile bir tek Kürtçe bulunan nüsha arasında da hem biçimsel hem de biçemsel farkları bulunmakta. Ayrıca aktarılan hikayelerin çoğu zaten Orta Doğuda bir çok toplulukça ortak bilinen hikayelerden başka bir şey değil.

Tabiî olarak Mingana gibi kimi araştırmacılar bütün bu piyasada dolaşan metinlerin aslında tek bir kişi tarafından yazıldığını iddia etti ve bu şahısta işin başından beri bütün el yazmalarıyla az çok ilişkili olan Şamnas Yeremiyas Şamir’di. Ona göre bu adam Alkoş manastırından kaçmış bir firarî. Mingana son olarak el yazmaların her ne kadar Arapça yazılmış olsalar da cümle kuruluşları Süryanîce hatırlattığını aktarıyor.

Yezidîlerin Kutsal Metinlerinin Tarihi

Kutsal Kitapların tarihî aslında Orta Doğudaki tarihî kitapların sömürüsüdür. Orta Doğuda bir çok eser Batılı misyonerler tarafından kimi zaman  alarak kimi zaman da çalarak bağlı bulundukları memleketlerindeki akademi veya kütüphanelerine teslim ettiler. Bu bağlamda Yezidîlere dair araştırma yapan Batılı araştırmacılar Yezidîlerin kutsal metinlerini ülekelerine kaçırdılar.

Yezidîlerin kutsal metinleri hakkında Batılı araştırmacılardan F.Forbes sehven adının ‘esved’ olduğunu sandığı bir kitaptan haberdardı. Bu kitabın Yezidîlerin kanunlarını içerdiğini düşünüyordu. (Forbes, Frederick) Diğer bir araştırmacı ise Mardin’deki bir Müslüman’dan ‘celu’ adındaki bir kitabın varlığını öğrendi. (Homes, Henry A.) A. Henry Layard Yezidîlerin Botan Emîri Bedirhan-e Kurdî’nin katliamından evvel daha fazla kitaba sahip olduklarını ama katliam yıllarında kitaplarının kaybolduğunu ya da yabancıların eline geçmemesi için yok edildiğini sanıyordu. A. Henry Layard bu kitapların en bir nüshasının varlığından emindi. Yezidîler Layard’ın bu merakı karşısında ona Şeyh Adî’nin ilahisinin yazılı olduğu ve birkaç yırtık sayfadan oluşan bir elyazması gösterip onu teskin etmeyi amaçladıysalar da Layard fikrinden dönmedi. (Layard, A.Henry, Londra, 1849; Layard, A.Henry, Londra, 1853)

A. Henry Layard’dın dışında G.Percy Badger 1850 yılının Nisan ayının sonlarına doğru Şeyhan ovasında katıldığı Yezidîlerin yeni yıl kutlamasında sarhoş bir Yezidî Badger’e halkına ait bir şiir kitabının varlığını haber verir. Badger’in ısrarı sonucu kitabı Badger’e vermeyi kabul eder. Badger bir süre sonra bu metnin Şeyh Adî’nin ilahisinden başka bir şey olmadığını ve de aynı metni zaten Layard önce görmüştü. Yine de bir nüshasını çıkartıp çevirisini yapmayı ihmal etmedi. (Badger, George Percy)

Yezidîlerin kitapları Batılı araştırmacılar tarafından bölük pörçük biliniyorsa kesin bir bilgiye ulaşamamışlardı. Batılılar için kutsal metinlerin esas tarihi Yeremiyan Şamir ile başlar. O.H.Parry notlarında dürüst olmayan bir şahsiyet olarak tarif ettiği Yeremya Şamir’i (Parry, O.H.) 1880 yılında gören Alman araştırmacı E.Sachau da onun aslında Doğu literatürü hakkında pek bir şey bilmediğini anlatıyordu. Hatta ona göre kadim Süryanî dilini de bilmiyordu ama yine de bu adam Yezidî tarihinin mihenklerindendir.

Yeremya Şamir döneminin kitap kaçakçısıydı ve Batılı kitap hırsızlarına  aradıkları kitapları tedarik ediyordu. Yeremya Şamir 1883 yılında E. Sachau’a 1872 Antlaşmasını vererek güvenini kazandı. (Guest, S.John, 1993)

Musul’a kaynak toplamaya gelen bir başka araştırmacı olan Ernest A. Wallis Budge de İngiliz müzesi için çalışıyordu. Doğu dilleri uzmanı olan Budge Aramî-Süryanî diline hakimdi. Budge için Yeremiyan Şamir kazanılması gereken bir şahsiyetti. Budge onun kişiliğinden çok marifetini istiyordu. Budge Yeremiyan’nın vasıtasıyla Yezidîlere dair bilgi içeren bir el yazması satın aldı. Daha sonra Yeremiya’nın oğlu Cebrail Şamir tarafından Budge’ye İngilizceye tercüme edilerek teslim edilen bu eserin 9 sayfası Yezidîlere dairdi.

İlk beş sayfada Yezidî inancını ve ibadetlerini ve Osmanlı Antlaşmasını ihtiva ediyordu. Ondan sonraki 4 sayfada ise Yezidîlerin kutsal metinleri olan Mushaf Reş ve Kitab-ı Cilve adlı kitapları ihtiva ediyordu. Son iki bölümde ise Yezidîlerin giyimleri ve gelenekleri hakkında bilgi veriyordu. (Guest, S.John, 1993)

1891’de Mardin’de oturan Amerikan Komisyonu bağlı Alpheus Andrus adlı misyonerin katkılarıyla Amerikan Encyclopaedia of Mission adlı yayında ‘Yezidîler’ adlı bir makale yayınladı. Bu makale Yezidîlere dair Batıdaki ilk yayındır.

Bu makale için Alpheus Andrus Mushaf Reş ve Kitab-ı Cilve’nin bazı bölümlerini tercüme etti. Her ne kadar sehven bütün metni Kitab-ı Cilve’ye ait olduğunu yazmışsa da Yezidîlerin kutsal metinlerinin Arap versiyonun tümü böylece yayınlandı.

Aynı yıl Musul’a bağlı Beşika köyünde bulunan Tur Abidin’li Abdülaziz adlı bir Yakubî Paris Millî Kütüphanesine 150 Franka bir el yazmasını sattı. Bu yazmanın birinci yarısında Yakubîlerin tarihi konu ediliyor ama ikinci yarısında ise Nesturîler, el-Bağdadî adlı birin tarihçesi ve en önemlisi Yezidîler hakkında bilgiler vermekte. Karşunî olarak kaleme alınan bu çalışma daha evvel A.W.Budge’nin edindiği el yazmasındaki benzer bilgileri paylaşıyordu. Her iki çalışmada da 1872 Dilekçesi bulunuyordu. (Chabot, Abbé J. B., 1896; Chabot, Abbé J. B., 1896) Ama aralarında yine de önemli bir fark vardı. Yeremya Şamir tarafından Budge’ye verilen el yazması bütünüyle Arapça iken Tur Abidinli Abdülaziz tarafından Paris Kütüphanesine satılan el yazmasının Karşunî olarak  yazılmıştı.

Karşunî Arapçanın Aramî-Süryanî alfabesi ile yazılmasıdır. Arap dilinin kullandığı alfabe ile Aramî-Süryanî dilinin kullandığı alfabeyle aynı kökene sahip olduğundan ve de Arap dilinin Aramî-Süryanî diline nispeten daha genç olduğundan (Baltacı, Cahit) Arapça metinleri Aramî-Süryanî alfabesiyle yazmak daha rahat olmakta. Tabiî olarak bu yolla yalnızca Arapça değil yerel dillerde de yazılabilir. Örneğin Ermenilerin daha kendi alfabelerine sahip olmadan evvel kullandıkları Aramî-Süryanî alfabesi ile yazdıkları Ermenice metinlerde Karşunî olarak kabul edilebilir.

Oswald Parry Musul’dan Mardin’e 1892 Kasımında geçtiğinde beraberinde küçük bir el yazması götürdü. Bu el yazması 6 bölümden oluşuyordu ve bu eserin ikisi hariç 4 bölümü de Yezidîlere dairdi.

Bu bölümler sırasıyla birinci bölümde ‘on vezirin öyküsü’; ikinci bölümde Yezidîlere dair bir açıklama metni; üçüncü bölümde bir fare, kedi ve köpeğe dair bir masal; dördüncü bölüm Yezidîlerin tarihine dair; beşinci bölüm 1872 Antlaşmasına dair ve altıncı bölümde de Yezidîlerin kutsal metinlerini teşkil eden iki kitap olan Kitab-ı Cilve ile Mushaf Reş bulunuyordu. Bu çalışmanın ilk iki bölümü Aramî-Süryanî ve diğer 4 bölüm de Karşunî olarak kaleme alınmıştı.

Oswald Parry Yezidîlerin kutsal metinleri olan Kitab-ı Cilve ve Mushaf Reş adlı kitapların çevirisini daha sonra seyahatlerini kitaplaştırdığı çalışmasına ekledi. (Parry, O.H., 1895) Ama işin garip tarafı bu el yazması daha evvel Yeremya Şamir’ın A.W.Budge’ye sattığı elyazmasından pek farklı değildi. Bu yazmada da ‘on vezirin öyküsü’ geçiyordu.

Oswald Parry seyahat notlarında Yeremya Şamir’in bu metinleri nasıl elde ettiğini tam olarak anlatmadığından epey hayıflandığını yazıyordu. Oswald Parry çalışmasının başında Yezidîlere dair bilgilerini bunların arasında 30 yıl yaşamış yaşlı bir Süryanî rahibinden elde ettiğini aktarıyordu. (Parry, O.H., 1895) Aslında bu yaşlı Süryanî rahibi Bartellalı İshak idi. Bu adam Yezidîlerin, Yakubilerin ve Süryanîlerin beraber yaşadığı Musul’a bağlı Beşika köyünde Süryanî-Katolik rahipti. Bu rahip 1874’de Yezidîlere dair bir araştırma yapmıştı.

Üç bölümden oluşan bu çalışmasının birinci bölümünde Şeyh Adî’nin nesebini ve Laleş’e gelişini anlatılıyor ve diğer iki bölümde de sırasıyla Sincar Dağlarında yaşayan Nesturî topluluklarının nasıl Yezidîleştiğini ile ve Yezidîlerin geleneklerini, inançlarını ve bayramlarını soru-cevap şeklinde anlatılıyordu. İşin garip tarafı bu metin de A.W.Budge’nin ve O.Parry satın aldıkları el yazmalarına benzemekteydi. (Bois, Thomas, 1967)

Yeremya Şamir de Kitab-ı Cilve ve Mushaf Reş’i nasıl elde ettiğini açıklamıyordu. Aramî-Süryanî dili uzmanı olan Rahip Samuel Cemil (Jamil) Yeremya Şamir’in A.W.Budge’ye verdiği el yazmasını Tur Abidinli Abdülaziz’in Paris Kütüphanesine sattığı elyazmasıyla karşılaştırdığında bu metinlerin birbirinden haberdar olarak yazdıklarını iddia etti. (Guest, S.John, 1993)

Bartellalı İshak’a ait çalışmanın Yezidîlere dair olan üçüncü bölümü kopya edilip tetkik edilmesi için Keldanî Patriğinin Vatikan’daki temsilcisi olan Rahip Samuel Cemil adlı bir Aramî-Süryanî dili uzmanına gönderildi. Samuel Cemil bu metni “Sincar dağı: Meçhul bir halkın hikayesi” adıyla İtalyanca yayınlandı. Samuel Cemil bu topluluk hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmadığından çağdaşlarından ne denli geri olduğunu ilk aşamada fark etmemişti. Samuel Cemil ile birlikte İtalyan araştırmacıları da bu konuyla ilgilenmeye başladılar. Ardından Giuseppe Furlani ve M.A. Guidi gibi araştırmacılar bu konuda daha ayrıntılı çalışmalar ortaya koydular.