Veysel Gültaş’ın “ Eylül Kasırgasında Gülün isyanı “ Kitabı çıktı ; İsteme adresi: sohram@hotmail.com

Eylül Kasırgasında Gülün isyanı – Kitabı çıktı ; İsteme adresi:  sohram@hotmail.com

ÖNSÖZ

Yüzyıllar öncesinden buyana, iktidar sahipleri kendi varlıklarını sürdürmek adına, işkenceyi bir cezalandırma yöntemi olarak kullanması yanında, yapılan zulmü, insanlık dışı davranışlarını ve işkenceyi meşrulaştırmak için hukuku araç olarak kullanmış ve hukuk kurumları aracılığıyla da kitleleri baskılamış, apolitik bir kimliğe büründürmüş, kitleler baskı ve yıldırma yöntemleri ile manipüle edilmiştir.

Kültür-Sanat Haberi

Diktatörler kendi iktidarlarını sürdürmek için, iktidara karşı kitlesel hak taleplerinin arttığı dönemlerde, hukuk kurumunun arkasına sığınmışlardır. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur. “Cellatlar çoğu kez adaletin maskesi ile ortaya çıkarlar” sözü,  boşuna söylenmemiştir. Bu dönemlerde ne yazık ki, adalet kurumları, dayatılmak istenen ideolojinin sözcülüğüne soyunup, totalitarizmin propagandasını yapan bir işleve dönüşmüştür.

Bu süreçte cezaevleri, iktidarın kalıcılığını sağlamak için, hukuk aygıtı ile perçinlenerek örgütlenmiş ve  en vahşi, en acımasız yöntemlerle, dinamik güçleri sindirmiş, boyun eğdirmiş, yıllarca cezaevlerinde tutup, sahip oldukları değerleri terke ve inkâra zorlamıştır. Uzun süren yargılamalar, savunmaların yıllar sonra alınması, aylar süren gözaltılar  sonucu, cezaevlerinde yapılan işkencelerin sürekliliğini, kalıcılığını sağlamış, adeta hukuk eli ile uzun süren işkencelere zemin hazırlamıştır. Bacon’nın “işkencelerin en kötüsü, yasalarla işkence etmektir.” sözü  bu değerlendirmenin karşılığı olsa gerek.

Böylece otoriteye boyun eğmiş, benliği yitik, toplumdan yalıtılmış, toplumun düşünen, aktif, kitlelere öncülük eden, dinamik ve ilerici insanların, hayatın içinden alınarak, sahipsiz kitlelerin sivil itaatsizlik bilinci yok edilmiş, itaatkâr bir toplumu rahatça yönetebilmenin rahaveti ve iktidar gücü ile hayatın her alanına egemen olmuşlardır. Ülkemiz 12 Eylül metaformozunda topluma zorla yapılan dayatmalar sonucu, işkencelerin ve zulmün amansızca kullanıldığı bir alan haline getirilmiştir. 650 bin kişinin gözaltına alınması, 210 bin davada 230 bin kişinin yargılanması, 7 bin kişi için ölüm cezası istenmesi, 517 kişiye ölüm cezası verilmesi, 50 kişinin idam edilmesi, 71 bin kişinin TCK’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılanması, cezaevlerinde 290 kişinin yaşamını yitirmesi, 14 kişinin açlık grevinde ölmesi, 43 kişinin cezaevlerinde intihar etmesi, 171 kişinin işkenceden ölmesi ve buna benzer bir çok hakların gasp edilmesi, bu dönem vahşetinin bir “kara arşiv”i dir.

Binlerce insanın düşüncelerinden, inançlarından vazgeçmeleri için ağır işkencelerin uygulandığı, başta Diyarbakır, Metris ve Mamak Cezaevleri, en acımasız işkencelerin ve vahşetin uygulandığı cezaevleri olarak da Dünya literatüründe yer almıştır.  

Tarihi dönüştürenler, her türlü kötülüğe, işkencelere ve vahşete karşın direnenlerdir. Uygarlık Tarihi; canları pahasına, iyiden, doğrudan, haklıdan  yana olan insanların, ödediği  bedellerle taçlanmıştır. Bu acıların belleğimizde yer etmesi için bunu içselleştirmemiz gerekir. Aksi takdirde “hafıza-î beşer, nisyan ile malûldür” deyişini haklı çıkarmış oluruz.

İnsanlığın önünü açan, daha adil ve toplumsal eşitliği gözeten, aklı önceleyen öncülere, insanlığın ödenemez borcu vardır. “İnsan tarihi boyunca, insan hakları, demokrasi ilişkisi” adlı yapıtın yazarı Alâeddin Şenel’in şu saptamasına katılmamak mümkün mü? “Spartaküs, özgür ve eşitlikçi bir toplumun temellerini atmak düşüncesiyle, Afrika’ya geçmek üzere ilerledi. Ancak, köleci düzenin çökmesinden korkan, böyle bir örneğin yaşamasını istemeyen Roma, tüm güçlerini kullandı. Sekiz alayı ile birden saldırıp, köleleri yenilgiye uğrattı. Onları kılıçtan geçirdi. Yakalanan altı bin köle, Roma’ya giren görkemli yolun her iki yanına dikilen direklerde çarmıhlara gerildi. Bu görünüm, insanlığın gelecekte açılacak büyük yolların kıyılarındaki dizi dizi elektrik direklerinin habercisi idi. Ya da insanlık, kentlerin girişlerini aydınlatan elektrik direklerine her baktığında, geçmişe dönüp, köleliği kaldırtıp geleceği aydınlatmak amacıyla yanmayı göze alan Spartaküs’ü ve yandaşlarını anımsamalıdır diyoruz.”

12 Eylül darbecilerinin işlediği insanlık suçunun ve uygulamalarının geride bıraktığı acıların yaşanmaması için, demokrasi içinde sivil itaatsizlik bilincinin kitlelerce benimsenmesi, insana ilişkin temel insan haklarının içselleştirilmesi gerekir. Gerçek adalet, özgürlük, eşitlik kavramları ancak o zaman kökleşir, yerleşir, kalıcılaşır. Bu ilkeleri yaşama geçirdiğimizde despotizme, diktatörlüğe asla geçit verilmeyecektir.

Günümüzde “demokratikleşme” adına ilerlemeden söz edilebilirse, 1980’li yılların cezaevlerinin vahşetine direnen, o onbinlerin yüreklerinden yükselen çığlığın, isyanın bugünlere taşınması sayesindedir. İşte, o onbinlercesinden biri de ağır işkencelerden geçmesine karşın, asla ödün vermeyen, haksızlık ve zulüm önünde eğilmeyen, yılmaz bir insan hakları savunucusu, toplum önderi, düşünceleri ve yazdıkları ile kardeşliğin, barışın, hoşgörünün simgelerinden Mim Yavuz Binbay’dır.

İnsan o ki, ölünce de yaşayandır. “Sonralı”  olabilmektir asıl olan. Bunu başaran bir insan, ölümü de yaşarken öldürmüştür. Şüphesiz, Mim Yavuz Binbay’ın, bugünden yarına yaptıkları, yazdıkları ile ülkemizin gökkuşağını oluşturan tüm renkleri ile kucaklaştığında, işte o zaman gerçek barış, gerçek hoşgörü, gerçek kardeşlik egemen olacaktır bu topraklarda.

Sen çok yaşa Mim Yavuz Binbay… Ve yazmaya devam et lütfen! Yaz ki; yedi renk cümbüşü Anadolu’nun, binlerce yılın oluşturduğu kültürel zenginliği, Fırat ve Dicle’nin kollarına aldığı Mezopotamya’nın renkleri ile birleşsin. Birleşsin ki, herkes birbirini ötekileştirmeden sevebilsin, aynı güneşin altında birlikte ısınıp, birlikte aynı sofrayı bölüşsünler, birlikte kucaklaşsınlar. Bu coğrafyada, yüzyıllarca birbirleri ile harman olmuş kültürlerin ve onların oluşturduğu halklar, aynı coşku ile halay çekebilsin, “gülün isyanı” sevince dönüşsün, “su sakinleşsin” …

            Hallâc-ı Mansûr’un dostuna emanet ettiği vasiyetindeki gibi;

Benim külümü Dicle nehrine attıklarında, su yükselecek. Öyle ki, su altında kalma korkusu Bağdat’ı saracak. O zaman hırkamı Dicle kenarına götür ki, su sakinleşsin…”

                                                                                                             Veysel Gültaş

      Karşıyaka/İzmir, Aralık 2013

 

İsteme adresi:  sohram@hotmail.com

NOTLAR

1-Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlâki Bunalımları

2-Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansûr (Darağacında Miraç, 2.Cilt)

3-Alâeddin Şenel, İnsan Tarihi Boyunca İnsan Hakları, Demokrasi İlişkisi

4-Veysel Gültaş, Korku Çağından Bugüne İnsan Haklarına Yolculuk

5-Ali Yılmaz, Kara Arşiv, 12 Eylül Cezaevleri