BİR YUDUM YAŞAM – Mim Yavuz Binbay

Yaşam insanın en gizemli, en kısa fakat hiç tükenmez olarak kabul ettiği, bir cehenneme dönüştüğü koşullarda dahi vazgeçemediği, sımsıkı sarıldığı en değerli tadına doyulmaz büyülü iksiridir. Yaşam insanoğlunun hayal gücünün sınırının ulaştığı en güzel, en renkli büyüsüdür. Her yaşamın içinde ise bin bir büyü gizlidir.

Yaşamı yudum yudum, ağır ağır yaşamak istemi bilinen sıradan bir olaydır. Ama yaşamı bir yudum misali yaşamak çok farklı sıra dışı bir olaydır. Uzun, tek düze, monoton bir yaşamın bir periyodunda yaşamaya değecek sadece bir yudumcuk yaşam yakalamakta var. Bir yaşamı bir yudumun içine sığdırmak gibi, yaşamı bir yudum misali yaşamakta var. Yaşamı dolu dolu bir macera gibi yaşamak, hep yeni şeylere özlemler duyarak, özlemlerini büyük bir duyarlılıkla hissederek sanki o an yaşadıkları avuçlarının içinden uçup gidecekmiş gibi o anı özleyerek yaşamakta var.

Sadece kendini yaşayarak, kendini yaşatanlar olduğu gibi, yaşamını bazı ideallere adayarak adanmış bir yaşamla yüz binlerle, yüz binlerce yaşamda yaşayarak, yüz binlerce yaşamı yaşayanlar da var. Adanarak kutsanmış yaşamları sermaye edinip yüz binlere kâbusu yaşatarak yaşayanlarda var. Yaşamı birilerine kulluk edinerek yaşanması gerektiğini belleyenlerde var.

Yaşam bazen tatlı ılık bir duygunun titreşiminde bulur ifadesini. Bazense ulvi bir amaçtır. Biz ne dersek diyelim, yaşam insanın kişiliğinde kendisine biçtiği değerin yansımasıdır.

Biz yeni bir dünya kurmak için, tarihte ilerici bir sıçrama yapabilmek için, yeni bir insan tipi yaratmak…  ve daha adil, eşitlikçi, insanca ve bir çok yenilik ve güzellikler içeren bir yaşam kurmak için sermayesi bizim için sadece biz olan tarihte ender rastlanan çılgınca bir çıkış yaptık. Oysa kul ile birey arsındaki farkı görmeden; kulluk zincirlerini kırmadan, daha rüşeym halindeki birey olan ‘BEN’İ biz adına ve kolektivizm adına katlettiğimizin ve “BEN” katledildiğinde birey yok olduğunda, grubun sıra neferine dönüştüğünde grubu kontrol edenlerin otoriter saltanatına zemin oluşturduğunun ayırdına ancak ve ancak otuz yıl sonra farkına vardık.

Zaman mı çok hızlıydı? Biz mi tarihin ender dönemlerinde bir Süper Nova misali ortaya çıkan toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye çalışan materyalist- idealist çılgınlardık!

Aslında hala bu sorulara tam olarak bir cevap bulamadık ve iki dönüşüm dönemi arasına sıkışıp kalan kuşağımız bunun cevabını belki hiçbir zaman bulamayacak. Tam dönemimizin sorunlarını kavradık bulduğumuz çözümleri uygulamak gerek derken, neden her şey kendi tadında ve kıvamında gitmedi? Çünkü bir dönem bitmiş yeni bir dönem başlamıştı hem de hiç bilmediğimiz. Bu kötü olan değildi. Ama en kötüsü bilmediğimiz ve algılamakta çok zorlandığımız bir dönem başladı. “birileri” bu durumu bilerek mi bir kuşağı yok edecek bir mecraya, bir bilinmeze balıklama dalmak için kamçıladı? Bizleri sonucu çok önceden belli olan bu eşitsiz savaşa birileri bilerek mi itti? Bu anlamda sorabileceğimiz binlerce Soru var. Bilinmeyenler ve tahlil edilmeyen ve asla hiçbir zaman cevaplanamayacak daha birçok soru işareti bir mızrak gibi duruyor yüreğimizin tam orta yerinde.

Biz bilimsel, kültürel, felsefi, dinsel, politik anlamda bitmekte olan bir dönemle, hiçbir fikrimizin olması bir yana asla hayallerimizin sınırlarının bile algılayamayacağı baş döndürücü bir hızla gelişecek yeni bir yaşamın başlangıcının arasında sıkışıp kalan bir kuşak olduk. Geçmişi analiz etmeye çabaladık ve bir nebze olsun başarabildik ama asla bu günkü baş döndürücü gelişmelerin hızını hayal bile edemedik. Bu yüzden bizden sonraki kuşağa nostalji kabilinde hatıralar olacak nasihatlerden ve hikayelerden öteye bir şey bırakamadık. Yeni dönemi kavramalarında rehber olmaksa Donkişotluk kadar uçuk bir iddia olur. Çünkü günümüzdeki gelişmelerin bu günkü kuşağında farkında dahi olduğunu söyleyemeyiz.

Tepeden tırnağa ideallerle bezenmiş olmamıza rağmen idealistliği reddeden idealist materyalistlerdik.

İşte bu sebeple dönemimizle ilgili hiçbir soruya ve soruna yeterince bir yol, yordam ve cevap bulamadığımızın inancındayım. Bizden önce bu devrim belasına girenler vardı. Biz hiçbir sosyolojik ve siyasal bağımız olmamasına rağmen, Fransız Paris Komününden Rus 17 Ekim Bolşevik Devrimi, Küba ve hatta haritada yerini gösteremeyeceğimiz ama devrim yaptıklarını ifade edenlerin devrimlerine kadar gelenlerin mirasını kendi öz mirasımız olarak almıştık. Ülke, halk ve bölgemizin sağlıklı tahlilleri, sosyal pratiklerini bile irdelememiştik. Rusya’nın volontarist Bolşeviklerini, Vietnam’ın VİP’ni, sığınaklarını, Mao’nun, Castro’nun ve Che’nin çılgınlığının cazibesine kapılmıştık bir kere. Onlar ideallerimizin ve yaşam biçimimizin şablonları ve kaynaklarıydı.  Artık verdiğimiz tüm kararları onların edebi bir kahramanlık romantizmiyle süslenmiş yazıya geçen ideallerin pratikleri etkiliyor ve belirleyici oluyordu.

Amacım yaşamla ilgili analizler yapmak değil elbette. Gerçek bir yaşamdan esinlenerek yazmağa çalışacağım bir yaşama biçiminde kâh kendinizi içinde hissederek yaşadığınız bazı olayları tekrar anımsayarak yeniden (hep öyle adlandırılır ya) “Kahramanlarımız” gibi çıplak gözle, dobra dobra değerlendirerek kendi yaşamınızın yanı sıra bu yaşamın nasıl yaşandığına siz karar vereceksiniz. Ben buna bir yudum yaşam dedim, ama son kararı gene de size bıraktım…

Arap, Süryani-Keldani, Ermeni, Yahudi ve Kürt beş kültürün halitasının yansıdığı küçücük bir Arap-Süryani/Keldani şehirdi. Ama ayırımsız tümü en güzel kültürel zenginliklerini sunmuşlardı. Kâh bölgesel mahallî hâkimiyetler kurmuşlar, o güzelim kültürleriyle oya işlercesine süsleyip bezemişler her yanını. Kâh kavgalı olmuşlar, yakıp-yıkıp katletmişler birbirlerini. Yıkıntılar üzerine yeniden kurmuşlar yıktıklarını. Ama her yıkıntıdan sonra kurulan hep eskinin izlerini taşımış. Bazen iç içe barışık yaşamışlar, savaşların ve çatışmaların vahşetinin yıktığını hep beraber insan olmanın maharetiyle yeniden onarmışlar İnsanoğlunun sebep olduğu sınırsız vahşet ve barbarlığının yıkıntılarını. Birçok isimle adlandırılmış yıkımların, vahşet ve barbarlığının yarattığı acıları unutmak istercesine. Ama verilen her yeni isim hep eskinin izlerini bağrında taşımış. Her isim yeni bir yaşamın başlangıcını simgelercesine ayakta kalanları kaynaştırmış birbirlerine. Ta ki o kahrolası tarihe Osmanlıca “gayri-Müslim”, Kürtçe “Fermané Fıllé” katliamı olarak geçen, Müslümanlar dışındaki tüm dini inançlara sahip olanların katli vaciptir diyen varlığı tartışmalı bir Osmanlı fermanıyla yola çıkıp cihat adı altında başlayan büyük katliama kadar. Bu yıkımdan sonra oluk oluk akıtılan masum insanların kanının suladığı harabeleri bu masum insanların ahı tutmuş ve bir daha onarılamamış. Eski güzelliklerden ayakta kalanlar hep yas tutmuş, yaşadığı barbarlığın hüznüyle sarmalanmış. Yansıtamamış güzelliklerini, yıkılanlar hep harabe kalmış yeniden yapılanlar ise barbarlığın ve günahlarının ayıbını örtmek için, al acele, düşünmeden yapıldığından yeni güzel bir özellik yansıtması bir yana, yaşanan son barbarlığa duydukları utançla eskinin izini bile taşıyamamış, yas tutan güzellikler içinde ezilip büzülerek ucubeleşmişlerdi. Deden şeyh Mustafa’nın babası ve arkadaşları her şeyi eski güzellikleriyle yeniden kurmak istediler. Ama onlar yeniden yıktılar. Diyordu yaşamında her şeyin simgesi Ğérzî Araplarının Kadya Beyi Seyit Süleyman’ın kızı Hadice ninesi.

Her şey Hadice ninesiydi yaşamında. Her şey onda anlam buluyor, onda şekilleniyordu. O da yaşamının son demini ona adamış, onu da kendisine idealleri, yarım kalan özlemlerini ve intikamını almağa adanmış olarak görüyordu. Yaşamları iç içe geçmişti sanki durup dinlenmeden anlatıp duruyordu. Geçmişi anlattıkça, geçmişte yakalayamadığını anlattıklarıyla  gelecekte yakalayacakmışçasına…! Yorulmadan, bıkıp usanmadan yakaladığı her fırsatı değerlendirircesine durmadan anlatıyor, anlatıyordu…

Yukarıdaki yazımı yıllardır üzerinde çalıştığım ama bir türlü, belki yeterince anlatamadığımı ve yaşanan acıların sahiplerinin anısına saygısızlık olur kaygısıyla belki de zamanı gelmediğini düşündüğümden dolayı bir türlü yayınlamaya karar veremediğim üç kuşağın özelliklerini yansıtan kitabımın giriş bölümünden alıp en azından bir bölümünün okuyucuya ulaşmasını istedim. Dilerim beni yetiştiren babaannem Hadice hanımın öğrettiği tarif edilemez ancak hissedilebilen soykırım acılarını yaşamış Süryani kadim ve Ermeni kardeşlerimin acılarının tanıklığını da yapan bu kitabı bu acılara saygıda kusur etmeden bir gün gönlüm razı olurda yayınlarım.

Mim Yavuz Binbay

Not: Anneannemin annesi SABRİNA (Hacîyît Sabriye) hanımın anısına.

 

Yazının linkleri;

http://www.kurdistana-bakur.com/modules.php?name=News&file=article&sid=9358

http://www.rojawelat.net/bir-yudum-yasam-makale,671.html

BİR YUDUM YAŞAM

Bir yudum yaşam