Siz hiç Arap olmadınız – Mahmut Alınak

Mahmut Alınak /gelawej sitesinden alintidir.

“Siz Hiç Kürt Oldunuz mu?”başlıklı yaşanmış öykümü okuyunca kendi çocukluğuna gittiğini söyledi. Onunla ortak bir arkadaş aracılığı ile ilk defa tanışıyorduk. Kısa bir sohbetten sonra söz o makaleye gelince şu dokunaklı kelimeler döküldü titreyen dudaklarından: “O kahredici yazıda sanki beni anlatmıştın. Sanki Digor’un Mewreg köyünde başında budaklı sopalar kırılarak Türkçe öğretilen o çocuk bendim. Biri Arap, biri Kürt iki çocuğun yaralı yolculuğuydu o yazı. Acıklı hikâyemiz bir, kaderimiz aynıydı. Oysa o zamanlar aynı kaderi paylaştığım Digor’un adını bile duymamıştım. Elli yedi yıl önceydi, tüm dünyam köyüm Şoruzbah ve ilçem Midyat’tan ibaretti; nereden bileyim ben Digor’u ya da Mewreg’i.

Sen ilkokul çağında Kürt olduğunu yazmıştın, oysa Arap bir anne ve babanın çocuğu olan ben ancak otuz üç yaşında Arap oldum.”

Filiz yeşili gözlerinde yanan sitemkâr bakışlarını üzerime çevirerek, “Siz Kürt oldunuz, Türk oldunuz, yazar, romancı oldunuz ama hiç Arap olmadınız. Adalet ve özgürlük arayan kalemleriniz bir satır bile olsa yazmadı bizi,”diye devam etti.

Geçenlerde Bursa’nın güneşli bir ikindi vaktinde bir çay bahçesindeydik bu sözlerin sahibi bilge adamla. Sohbet ettiğimiz masada ikimizden başka biri Şırnaklı, ikisi Digor’lu üç arkadaş daha vardı. Üzgün gözlerini önündeki boşluğa dikerek ilkokul günlerini anlatırken bir anda beklenmedik bir ağlama kriziyle sarsıldı. Gözlerinden çeşme gibi yaşlar boşalmaya başladı. Sıkılı yumruğunu isyankârca masaya vurarak, “Utanıyorum ağlamaya, ama o günleri hatırlayınca kendimi tutamıyorum,”dedi hıçkırıklar arasında.

Saçları kar beyazına bürünmüş altmış beş yaşında bir adam değil sanki öksüz bir çocuktu karşımda ağlayan. Konuşmaya çalışırken sesi havada kıyılarını döven bir deniz gibi dalgalanıyordu.  Bir de ağladığı etraftan görülmesin diye yüzünü damarlı pembe elleriyle kapatışı vardı ki buna yürek dayanmazdı.

Tanıştırıldığımızda adının Kerim olduğunu öğrendiğim bu nur yüzlü adamın yanaklarından süzülen yaşlar içimdeki anılar denizini silkeleyerek uyandırdı, ruhumda dizginsiz fırtınalar kopardı. Gözlerimden yağmur gibi yaşlar akarken, şimdi çok gerilerde kalmış kendi çocukluğuma mı ağlıyordum, yoksa ona mı, bilmiyordum! Kerim’in yanaklarından ışıl ışıl yuvarlanan yaşlar kurşun gibi işliyordu içime. Eskiden güçsüzlük ve zaaf olarak düşünüp ağlamaya utanırdım. Şimdi ilerlemiş yaşımda kendime güvenim gelmiş olmalı ki, ağlamayı artık gülmek kadar doğal ve insanca buluyorum. Hapishanedeyken görüş günlerinde bir söz ya da hareketle duygulanıp ağlarım diye çok tedirgin olurdum. Bizi F tiplerine kapatanlara beni kameralarda ağlarken görme zevkini tattırmak istemiyordum. Kızım Belga’ya, “Ağlarsan sakın görüşüme gelme,”demiştim yolunu dört gözle beklediğim halde. Bunun için hapishaneye gelmelerini yasaklamıştım ablalarıma.

Etraftakilerin ne düşündüğüne aldırmadan ellerimi karşımda oturan Kerim’e uzattım; onu hissetmek ve acılarını kucaklayıp paylaşmak istiyordum. Dokunmaya susamış ellerimi görmemiş gibi davrandı. “Ellerini bana ver,”dedim. Kısa bir tereddütten sonra gözyaşlarıyla ıslanmış ellerini hıçkırık sarsıntıları arasında avuçlarımın içine bıraktı. Elleri alev alev yanıyordu. Sıktım, sardım onları kalbimle. “Ne oldu, neden ağlıyorsun,”diye sordum, yanaklarımı ateş gibi yakan yaşlarla.

Boğazı düğümlendi. Yaşlı göğsünün üstünde bir kaya varmışçasına körük gibi soludu. “O günü hatırlayınca hep böyle ağlarım,”dedi kederli gözkapaklarının arkasına saklanarak. “Ne oldu o gün?”diye sordum merakla.

Başı bir mengenenin soğuk dişleri arasında sıkışmış gibi yüzü acıyla kasıldı. “Remmişehen dedenin beni derinden vuran o yıkık bakışlarını, gözlerinde korkuyla titreşen o iki damla yaşı bir türlü unutamıyorum,”dedi ve benden çekip aldığı bir eliyle yüzünü ıslatan yaşları silerek anlatmaya devam etti:

“ Sanıyor musunuz ki sadece siz Kürtler asimile edildiniz, sadece sizin köylerinizin adları değiştirildi. Şimdi adı resmiyette Çavuşlu olan köyümüzün adı aslında Şoruzbah’tır, Midyat’ta bağlı bir Arap köyüdür. Ben işte ilkokulu o kadim adı elinden alınıp Çavuşlu olarak değiştirilen Şoruzbah’ da okudum. Atalarımız asırlar önce Arabistan’dan gelip yerleşmişler buraya. Köyde Arapça konuşulurdu, birkaç kişinin dışında kimse Türkçe tek kelime bilmezdi.

Bize okulda, sokakta ve evde Arapça konuşmak yasaklanmıştı. Ferhat Kukuk adında bir müdürümüz vardı. Şimdi ölmüştür herhalde. Türkçe’yi sırtımızda sopalar kırarak öğretirdi bize. Okulda cetvel kalmamıştı, hepsi ellerimizde, başımızda kırılmıştı. Okulda cetvel kalmayınca o da işini sopalarla görmeyi sürdürdü.

Öğretmenlerimiz bazı arkadaşlarımızı casus olarak sokmuşlardı aramıza. Her yerde, herkesle ve Türkçenin T’sini bile bilmeyen anne ve babalarımızla Türkçe konuşmak zorundaydık. Arapça konuşanlar şiddetli cezalara çarptırılıyordu. Ya Türkçe konuşacaktık, ya da susacaktık! Oyun oynarken bile diken üstünde olurduk, ağzımızdan kazara Arapça bir kelime kaçırırız diye ödümüz kopardı. Herkes muhbir diye bir birinden şüphelenir ve çekinirdi. Arkadaşlık, sevgi ve güven diye bir şey kalmamıştı aramızda; sinsi, bencil ve ikiyüzlü bir ilişki sürdürüyorduk bir birimizle.  Anlayacağınız ruhumuzu sakatladılar, bizi o yaşta şizofren yaptılar.  Muhbirlerin, “Arapça konuştular,” diye ihbar ettiği çocuklar ertesi gün sınıfın önünde çığlık çığlığa dövülürdü. Arkadaşları dövülen çocuklar kanı çekilmiş solgun yüzleri ve akları dehşetle büyümüş kocaman gözleriyle oturdukları sıralarda tir tir titrerdi.

Neyin beni böyle ağlattığına gelince. Sonbaharın kasvetli bir cumartesi günüydü. Tüm cumartesi günleri bizim için bir işkenceydi zaten. Okul hep olduğu gibi o gün de yine öğleyin hafta sonu tatiline girecekti. Öğrencilerin askeri bir disiplin içinde sıra olup okuyacakları İstiklâl marşı eşliğinde göndere bayrak çekilecek, sonra da evlere gidilecekti.

Biz İstiklal marşını okurken Ferhat Kukuk adlı müdürümüz kancalı avcı bakışlarla Azrail gibi dikilirdi tepemize. İstiklâl marşını gözlerimizi bayrağa çivileyerek tüm gücümüz sesimizde boğazımız yırtılırcasına okumak zorundaydık. Bayrağa korkuyla dikili olan bakışlarımızda küçük bir sekme ya da sesimizde hafif bir gevşeme yakaladıysa vay halimize, törenden sonra bizi okulun önünde kafa göz kırarak meydan dayağından geçirirdi. Okula daha yeni başlamış çocuklar bile İstiklâl marşını okumak zorundaydı. Marşı ezberleyemediği için dayak yeme korkusuyla dudaklarını okurmuş gibi hareket ettirenler hemen fark edilir ve feci bir şekilde dövülürdü.

İşte o uğursuz cumartesilerden biriydi. Bayrak direğinin önünde ellerimiz yanda sopa yutmuş gibi dizilmiştik. Arkadaşlarımızdan biri her an suratında patlayacak bir tokat korkusuyla yüzü kireç kesilmiş bir halde kucağında göndere çekeceği bayrağı tutuyordu. Ferhat Kukuk’un kurşun gibi ağır bakışları altında gözlerimiz yukarı çekilmekte olan bayrağa uzanmış halde avazlarımızla dağları yerinden oynatarak İstiklâl marşını okumaya başladık. Hiç unutmam, marşın daha ilk kıtasındaydık. Ferhat Kukuk gök gibi gürledi. Ne olduğunu anlayamadan dehşetle irkildik, kalplerimiz kamçılanmışçasına göğsümüzü vurdu. Marş okumayı kesmemizi istiyordu Ferhat Kukuk. Sesimiz satır yemiş gibi kesildi; bayrağın altında cansız çocuk heykelleriymişiz gibi taşlaşıp kaldık.

Ferhat Kukuk arkadaşlarımızdan birine, “Git, şu edepsiz ihtiyarı çağır,”dedi, burun kanatları kızgınlıkla zonklarken. Edepsiz dediği ihtiyar, hatırladıkça beni hep böyle gözyaşlarına boğan seksen, seksen beş yaşlarındaki Remmişehem dedeydi. Evinin yolu okulun önünden geçerdi Remmişehem dedenin.  Öğle namazını kılmış, camiden evine dönüyordu.

Yılların aşındırdığı ince parmaklı kuru eliyle sımsıkı kavradığı bastonuna dayanarak titrek küçük adımlarla gelip Ferhat Kukuk’un önünde durdu. Ferhat Kukuk, “İstiklâl marşı okunurken saygı duruşunda durulacağını bilmiyor musun?”diye sinirden çatallaşmış bir sesle ağzından köpükler saçarak bağırdı. Remmişehem dede Türkçe bilmediği için müdürün ne dediğini anlamadı. Fersiz gözlerini kısarak, başını hafifçe yana yatırıp şaşkınlıkla bir müdüre, bir de yardım ister gibi bize baktı. Konuşsana, diye tekrar bağırdı müdür. Remmişehem dede sesi titreyerek Arapça bir şey söylemek istedi. Müdür sıkılı dişlerinin arasından, “Türkçe konuş ulan,”diye bağırdı ve yay gibi gerilen kızgın kolunu yana açıp irikıyım bedeniyle yarım daire dönerek Remmişehem dedenin yüzüne peş peşe balyoz gibi iki tokat indirdi. O tokatların sesi hâlâ çınlayıp durur kulaklarımda. Tarif etmek mümkün değil, sanki göğe bir gülle çarpmış, göğün atlasını cayırtıyla yırtmıştı. Remmişehem dede ayaklarının altında yer sallanmış gibi sarsıla sarsıla geri gitti, elleri iki yana açılmıştı, burun kanatları şişmiş, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi büyümüştü, neyse ki düşmedi yere. Neye uğradığını şaşırmıştı, dudakları titredi, kefen beyazına dönen kırışık yüzüne ağlamaklı bir ifade yerleşti, dik bir yokuşu çıkmış gibi göğsü hızlı hızlı inip kalktı, yıkılmış bir halde müdüre bakarken göz pınarlarında çiğ damlası gibi iki damla yaş titreşti.

Zavallı Remmişehem dede, ne İstiklâl marşını, ne de marş okunurken saygı duruşunda bulunulması gerektiğini biliyordu. Tek kelime söylemeden başı önde bir hayalet gibi arkasını dönüp gitti. Bastonuna dayadığı kamburlu bedenini kurşun yemiş gibi sürükleyerek gidişi şimdiymiş gibi hâlâ gözlerimin önündedir.”

“Peki kimsesi yok muydu bu yaşlı adamın,”diye sordum.

Acıklı bir sesle, “Vardı,” dedi, “ama neye yarar. Müdürü şikâyet etmeye kalkışsalar kendileri daha da beter dayak yerdi. Hayatlarının kararmaması için susmaktan ve zorbalığı sineye çekmekten başka çare yoktu.”

Kerim o dayanılmaz manzarayı yeniden görüyormuş gibi gözleri kederle boşluğa dalarak dertli dertli göğüs geçirdi ve sözlerine şöyle devam etti:

“Kimse bir devlet memurundan şikâyetçi olamazdı. Şikâyetçi olduğunda karakoldaki falakada yediği dayak yanına kâr kalırdı. Yakın köylerden birinde bir karakol komutanı vardı. İşkenceciliğiyle yöreye ün salmıştı. Sesini duyanlar cehennem görmüş gibi saklanacak delik arardı. İşkence etmediği gün yoktu. Güya kaçakçı arıyordu. Bu bahaneyle köylere sık sık baskınlar düzenlerdi.

O baskınlarda yapılanları anlatamam, çünkü hasta kalbim dayanamaz buna. Sadece şu kadarını söyleyeyim: O karakol komutanı, kaçakçıları sakladıklarını söyleyerek kadın, erkek herkesi köy meydanlarına toplardı. Erkekler şimdi F tipi cezaevlerinde yapıldığı gibi, yaz kış kadınların ve çocukların önünde çırılçıplak soyundurulurdu. Başçavuşun keyfine göre o çıplak halleriyle ya falakaya yatırılıp tabanları ve kalçaları patlatılıncaya coplanırdı, ya da genç yaşlı ayrımı yapılmadan birbirlerinin sırtına bindirilerek kim daha hızlı koşacak diye yarıştırılırlardı. Geride kalanlar dipçiklenerek daha da hızlı koşmaya zorlanırdı. Kadınlarla çocukların gözyaşı dökerek izlemek zorunda kaldıkları o korkunç sahneyi Başçavuş kahkahalarla seyrederdi.

İnanılır gibi değil, bu işkencelerde Arapça feryat etmek bile yasaktı. Adamın bildiği tek dil Arapça, Türkçe bilmiyor, işkencede feryadını Türkçe nasıl duyuracak?!

Devleti yönetenler o zaman da şimdiki gibi din kardeşliğini dillerinden düşürmezlerdi.

Dilimize uygulanan bu yasak yüzünden okuldan nefret etmiştim. Darağacına gider gibi gidiyordum okula. Gitmesem bu defa babamdan dayak yiyecektim. İlkokulu bitirdiğimde savaş meydanından çıkmış yaralı bir asker gibiydim. Hangi asker ölümcül yaralar aldığı zalim bir savaşa dönmek ister? Ben de ilkokuldan sonra arkama bakmadan uzaklaştım okul hayatından.

Okul bana bir kötülük yapmış, ana dilimi, Arapçayı unutturmuştu. Bilincim ve belleğim Arapçayı son zerresine kadar kazıp atmıştı. Nasıl bir şeyse, devletin bize uyguladığı yasağı bu kez farkında olmadan ben kendi kendime uygulamaya başlamıştım. Bazen rüyalarımda Arapça konuştuğumu görür, kan ter içinde uyanırdım. Aynı rüyayı bir daha görmemek için bir yerlerimi çimdiklerdim.

Otuz üç yaşındayken Libya’ya çalışmaya gittim. Üç yıl çalıştım orada. Okulun pek çok Arap çocuğuna yaptığı gibi ruhumda ve bilincimde öldürdüğü Arapça’yı işte orada öğrendim. Hâlâ sokakta Arapça konuşurken bir korku, bir titreme ve bir çekingenlik duyarım içimde.”

Kerim acıklı acıklı konuşurken, ben kirden kapkara yüzlerimizle köyümüzün çöplüğünde tavuklarla birlikte eşelendiğimiz aç, çıplak çocukluğuma gittim. Dayakla “adam” edilmeye çalışıldığımız öğrencilik yıllarım bir sis bulutu içinde akıp durdu gözlerimin önünde.

Haklıydı Kerim; ayrı yerlerde aynı kaderi paylaşmıştık.

İçimde çocukluğumdan kalma keskin bir sızıyla masadan kalktığımızda, “Bana sürüyle gözyaşı borcun var,”dedim şakayla. Gözlerinde kardeşçe bir ışık ürperdi. Şirin bir çocuk masumluğu ile gülümserken, “Yazını okuduğumda ben de senin için ağlamıştım, böylece haklaşmış olduk,”dedi.

Bu sohbetimizi yazıp yazamayacağımı sordum. Tatlı bir kasıntıyla sesi sertleşti,  “77’de Taksim’de işçilere ateş edilirken ben Kemal Türkler’in yanı başındaydım. Tesadüfen ölmedim, kimseden korkum yok,”dedi.

Vedalaştığımızda güneş bir gün daha yaşlanmıştı; Bursa omuzlarında binlerce yılın yorgunluğu ile serin bir akşama hazırlanıyordu.

alinakmahmut@hotmail.com